12 Eylül 1980 askeri müdahalesini izleyen dönemde, özellikle çok partili, kısıtlı ve yasaklı demokrasiye geçişte, devletin toplumdaki yerinin ne olması gerektiği konusunda yoğun bir tartışma yaşandı. Bu siyasi pratikler iklimindeki sivil toplum tartışmalarında varılan genel kanaati şöyle özetleyebiliriz: Doğu toplumlarının ve bunların içinde yer alan Türkiye’nin temel sorunsalı, bireyi devlet gücü karşısında koruyacak mekanizmaların ve yapıların yani sivil toplumun olmayışıdır. Doğu toplumlarında ve Türkiye’de demokrasinin varlığının sivil toplumun varlığıyla mümkün olabileceği anlayışı, hemen hemen bütün siyasal akımlara teşmil edilebilecek bir anlayış haline geldi. Sosyalist akım içerisinde güçlü bir “anti-sivil toplumcu” damarın var olduğunu kaydedelim. Sivil toplum, giderek “devletin dışındaki her şey” anlamını kazandı ve “toplumun devletin dışında kalarak devletin düzenlediği bir Batı” ile “toplumun devlet tarafından düzenlendiği bir Doğu ve Türkiye” karşılaştırmasına gidildi.
Sivil toplum kavramına bu sihirli ve sembolik bağlanış, kavramın ifade ettiği toplumsal-siyasi gerçeklikten çok, kavramın kendisinin önemsenmesine yol açtı. Böylece “sivil toplumculuk” ve “anti-sivil toplumculuk” olarak adlandırabileceğimiz tutumlar ortaya çıktı.
Konuya böyle bir girişle başlayarak, sivil toplum tartışmalarının gerçekleştiği siyasi iklime dikkat çekmek istiyoruz. Dolayısıyla sivil toplum konusunda yazmak ve tartışmak bir tahlilin ötesinde tarih, strateji ve siyaset felsefesi tartışmalarını da beraberinde getirebilecek, getirmesi de gereken bir işe girişmek demektir. Sivil toplum kavramı devlet kavramıyla beraber üzerine toplum, devrim, iktidar, demokrasi, meşruiyet, hak, hukuk, siyasi ve iktisadi mücadele modellerinin oturtulduğu bir temeldir. Konunun bu yönüyle kazandığı “sıcaklık” sivil toplumun toplumsal ve siyasi gerçekliğin ötesinde “iyi toplum nedir?”, “siyaset nedir?”, “bir siyasi mücadele nasıl verilir?” sorularına cevap arayışlarıyla birlikte değerlendirilmesine yol açmaktadır.
SİVİL TOPLUM-DEVLET
Sivil toplum, devletle birlikte düşünülmesi gereken bir kavramdır. Sivil toplum olarak düşünülen toplum, ancak devletle ve devlet içinde var olabilir. Bir başka deyişle, kavramsal açıdan sivil toplum, insanlar devleti düşünebilmeye başladıktan sonra var olabilirdi. Hatta Hobbes’un teorisinde bu iki kavram ikilem şeklinde de algılanmazlar, sivil toplum ve devlet eş anlamlıdır. Hobbes’a göre doğal hale alternatif olarak, iki yönlü bir toplumsal sözleşmeyle, hem toplum hem de devlet ve iktidar birlikte kurulur. Keza, Locke’un düşüncesinde de cezalandırma yetkisinin devriyle doğal halden sivil hayata geçilmiş ve devletli toplum veya sivil toplum kurulmuş olur. Hobbes ve Locke’da ikilem devlet-sivil toplum ayrımından ziyade sivil toplum sivil olmayan toplum şeklinde vazedilmiştir.
Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var: Hobbes ve Locke’un farkı. Hobbes’un düşüncesinde sivil toplum kavramının neyi ifade ettiği bellidir. Devletli toplum.
Locke’un düşüncesinde ise çok önemli bir fark ortaya çıkmıştır. Bu sivil toplum kavramının yeni bir nitelik kazanacağının işaretidir. Hobbes’un gücü sınırsız Leviathan’ı karşısında, yalnızca özel ilişkiler alanının koruyucusu olarak, sınırlı güce sahip Locke’un devleti belirmiştir. Böylece Locke liberal devlet-sivil toplum sorunsalının ana temasını açıklığa kavuşturur: Devlet sivil topluma müdahale etmez, malik olma hakkını korur ve bu hakkı ihlâl edenleri cezalandırır.
Hobbes’un tavrı devletin sivil toplumu yok edici yanıyla totaliter olarak nitelendirilebilecek bir yapıya yol açar. Bunun karşısında ise Locke ve diğer liberaller yer alır. Böylece sivil toplum kavramı önce devletten görece olarak bağımsızlaştırılacak, hatta sonra da bu iki kavram birbirine kesinlikle karşıt kavramlar olarak takdim edilecektir. Bu çerçevede, devlet ve sivil toplum kavramları arasında, bu kavramlar esasında totalitarizmden liberalizme kadar uzanan bir yelpaze açılacaktır.
Sivil toplumun kavramsal açıdan ancak insanlar devleti düşünmeye başladıktan sonra var olabildiğine yukarıda işaret etmiştik. Yani, sivil toplum kavramı zaruri olarak devleti çağrıştırır. Burada önemli olan, Hobbes düşüncesinde doğal halin karşıtını, devletli toplumu ifade eden sivil toplumun, devletten bağımsızlaşma sürecini ve devletle bir karşıtlığı ifade edecek dönüşümünü kavrayabilmektir.
SİVİL TOPLUM-DEVLET VE EKONOMİ
Sivil toplum-siyasal toplum, bir başka deyişle toplumdevlet ayrımı modernliğin bir ürünüdür. Sivil toplum-devlet ayrımı, siyasi düşünce tarihine kapitalizmin doğuşuyla beraber yerleşir. 13. ve 14. yüzyıllara kadar görülmeyen bu ayrım, toplumlarda beliren yeni ekonomi ve iktidar ilişkilerini yansıtmaktadır. O zamanlarda geliştirilen kavram ve kavramlar genellikle günümüz toplumlarını da şekillendirmeye devam ediyor.
Ortaçağ, Roma ve eski Yunan siyasi düşüncesi ise bu dönemden büyük farklılık arz eder. Çünkü modernlik öncesi dönemlerde toplumu biçimlendiren iktisadi ilişkiler değişik olduğu gibi bunların toplumsal bilincin oluşmasındaki yerleri de çok farklıdır.
Eski Yunan siyasi düşüncesi ve siyasi hayatı siteler etrafında teşekkül etmiştir. Birer şehir “devleti-toplumu” olan siteler veya polisler, kendilerinin kaynağını ve meşruiyetini Hıristiyanlık’ta başlayacak anlayışta olduğu gibi teorisinde bu iki kavram ikilem şeklinde de algılanmazlar, sivil toplum ve devlet eş anlamlıdır. Hobbes’a göre doğal hale alternatif olarak, iki yönlü bir toplumsal sözleşmeyle, hem toplum hem de devlet ve iktidar birlikte kurulur. Keza, Locke’un düşüncesinde de cezalandırma yetkisinin devriyle doğal halden sivil hayata geçilmiş ve devletli toplum veya sivil toplum kurulmuş olur.
Hobbes ve Locke’da ikilem devlet-sivil toplum ayrımından ziyade sivil toplumsivil olmayan toplum şeklinde vazedilmiştir. Burada dikkat edilmesi gereken bir nokta var: Hobbes ve Locke’un farkı. Hobbes’un düşüncesinde sivil toplum kavramının neyi ifade ettiği bellidir. Devletli toplum. Locke’un düşüncesinde ise çok önemli bir fark ortaya çıkmıştır. Bu sivil toplum kavramının yeni bir nitelik kazanacağının işaretidir. Hobbes’un gücü sınırsız Leviathan’ı karşısında, yalnızca özel ilişkiler alanının koruyucusu olarak, sınırlı güce sahip Locke’un devleti belirmiştir. Böylece Locke liberal devlet-sivil toplum sorunsalının ana temasını açıklığa kavuşturur: Devlet sivil topluma müdahale etmez, malik olma hakkını korur ve bu hakkı ihlâl edenleri cezalandırır. kentin dışında aramıyorlar. Polis doğal olarak zaten vardır. Yunanlı tarihçi ve filozoflar kendilerini başka toplumlarla karşılaştırdıklarında polisi esas alırlar.
Eski Yunan’da birey, cemaatte ancak onun bir parçası olarak vardır. Antik Yunan, cemaatin karşısında bireyin bağımsızlığı düşüncesini tanımaz. Polis, aynı zamanda dini bir cemaattir. Başka bir deyişle her polisin başka bir dini vardır. Polisin tanrısı onu dışarıdan yönlendirmez. Önce polis(ler) sonra tanrıları vardır. Başlangıçta sadece bir site, bir polis olan Roma, gittikçe büyüyor ve başka kavimleri de hakimiyeti altına alıyor. Böylece Roma İmparatorluğu hakimiyeti altındakilere iki kural veya kanun uyguluyor. Birincisi, Roma’nın kentli vatandaşlarına uyguladığı “ius civitas”tır. İus-civitas’ı vatandaşlar kendileri yapıyorlar. İkincisi ise vatandaşlar dışında Roma’nın hakimiyeti altında bulunan “barbarlara”, kavimlere uygulanan “ius-gentium”dur.
Hıristiyanlıkla beraber sitenin tanrısından, tanrının sitesine geçilir. Hıristiyanlık Eski Yunan’ın ve Roma’nın kozmos arayışının ötesinde bir evrensellik, eşitlik ve özgürlük düşüncesinin de işaretlerini verir.
Ortaçağ sonrası ticarete verilen önem, medeniyetin ancak iyi şartlarda yapılacak bir ticaretle sağlanabileceği inancına dayanır. Böylece bu dünyanın da, Hıristiyanlığın önceliğini savunduğu ilahi dünyanın yanı sıra bağımsız bir değeri olabileceği düşüncesi gelişir.
Aristoteles’in “zoon politikon” (insanın en mükemmel hali Polis’te yaşayanlardır) sözünü hatırlarsak, bu otorite ile yurttaşın bütünlüğünü ifade ediyor. Batıda daha sonraları “sivil”, “sivil toplum” tabirleri Locke ve A. Ferguson gibi düşünürlerin kullandığı kavramlar oluyor. Fakat bu kez otorite ile yurttaşın bütünlüğünü ifade etmek için değil, aksine otorite ve yurttaş ile siyasal toplum (yani devlet) ve sivil toplum şeklinde bir ayrım söz konusu. Bu sadece basit bir ayrımdan ibaret değil, aralarında bir zıtlık, bir çatışma ilişkisi var. Peki bu farklılaşma, ayrılık, çatışma nereden kaynaklanıyor?
Roma 476’da sona ererken, Locke 16. yüzyılda yazıyor bu farklılaşmayı. Arada 1200 yıllık bir süre var. Bu süre içerisinde polisler, imparatorluk sona ermiş, feodalite veya mutlakiyet var. Bunun doğal sonucu olarak artık “otorite-yurttaş” ilişkisinin yerini “otorite-tebaa” ilişkisi almış. Artık ticaretin ortaya çıktığı şehirlerdeki insanlar yeniden ius-civilas uygulansın, yani yeniden yurttaş olsunlar, hak sahibi olsunlar istiyorlar. İşte sivil toplum, bu bağlamda devletin karşısına konuyor.
Sivil toplum kavramı zaruri olarak devleti çağrıştırır. Burada önemli olan, Hobbes düşüncesinde doğal halin karşıtını, devletli toplumu ifade eden sivil toplumun, devletten bağımsızlaşma sürecini ve devletle bir karşıtlığı ifade edecek dönüşümünü kavrayabilmektir.
SİVİL TOPLUM, HEGEL, MARKS
Hegel sivil toplum-devlet ikileminde, sivil toplumu aile ile devlet arasındaki alan ve toplumsal çatışmanın kaynağı olarak görür. Devlet işte bu çatışmaları çözüme bağlayacak aklı temsil eder. Hegel’in bu yaklaşımını eleştiren Marks ise devleti sivil toplumdaki çatışmalardan azade bir akıl veya hakem olarak değil, bu çatışmaların bir türevi olarak görür. Marks her şeyin aslının sivil toplumda gerçekleştiğini ifade etler.
GRAMSCI, SİVİL TOPLUM VE HEGEMONYA
Kendisi de Marksist bir gelenekten gelen üst-yapılar teorisyeni Gramsci ise hegemonya kavramıyla konuya başka bir perspektiften bakar. Devrim stratejisi bakımından sivil toplumla beraber düşünülmesi gereken Batı ile sivil toplumun mevcut olmadığı Doğu arasında farklılıklar olacaktır. Gramsci, sivil toplumun var olduğu toplumlardaki sınıf mücadelesinin sadece “zor”u temsil eden devlet ile değil, toplumsal “rıza”nın devşirildiği sivil toplumda inşa edilen hegemonya esasında da verilmesi gerektiğini iddia eder. Yeni bir hegemonyayı kurmayı başaramayan devrim, başarısız olmaya mahkumdur. Bu hegemonyayı inşa etmek bakımından devrimi yapacak özneyle organik olarak bütünleşmiş aydınların rolü fevkalade önemlidir.
Murat Belge, Doğu Avrupa üzerine katıldığı bir toplantıda “Doğu Avrupa’da sivil toplum iktidara geldi” iddiasından bahisle haklı olarak böyle bir şeyin olamayacağını vurguluyor. Belge aynı yazısında “sivil toplum” bir kere “toplum” değildir, diyor. Ve bir örnek veriyor: Fransa bir sivil toplumdur, denemez. Çünkü Belge’ye göre sivil toplum, toplumun içinde bulunabilen bir “şey”dir, ama niceliksel bir şey değildir. Daha çok bir toplumun hak aramasının, ideolojisini ve kendisini yeniden üretmesinin üslubuna ilişkin bir nitelemedir sivil toplum.
SOSYALİST DOĞU BLOKU’NU YIKAN SİVİLLİK
Bu kısa tarihi hatırlatmayı bir yana bırakarak, “çağdaş sivil toplum”a kısaca göz atalım. Sivil toplumun yüzyıldan fazla süren bir ihmalden sonra tekrar gündeme gelmesinde, şimdilerde yıkılmış olan Sosyalist Doğu Bloku’nun Doğu ve Orta Avrupa kesimindeki muhalif hareket ve aydınların rolü olduğu görülmektedir.
Doğu Avrupa’da sadece sivil toplum kavramı değil, sivil haklar, sivil forum ve sivil hareket gibi kavramlar da muhalif mahfillerce sahiplenilmiş, savunulmuştur. Bu vesile ile sivil toplum kavramının sergilediği anlam kaymalarına dikkat çekmek istiyoruz. Mesela, sivil toplum ile devletin birbirinden organik olarak ayrı, birbiri aleyhine büyüyen ve küçülen yapılarmış gibi ele alınmaları yanlıştır.
Devlet ve sivil toplum içice geçmiş yapılar olup, Gramsci’nin vurguladığı üzere devlet-sivil toplum ayrımı organik değil, metodik bir ayrımdır. Çünkü somut gerçeklikte devlet ve sivil toplum birbirinden ayrılamayan, birbirleriyle karışan düzeylerdir.
Murat Belge, Doğu Avrupa üzerine katıldığı bir toplantıda “Doğu Avrupa’da sivil toplum iktidara geldi” iddiasından bahisle haklı olarak böyle bir şeyin olamayacağını vurguluyor. Belge aynı yazısında “sivil toplum” bir kere “toplum” değildir, diyor. Ve bir örnek veriyor: Fransa bir sivil toplumdur, denemez. Çünkü Belge’ye göre sivil toplum, toplumun içinde bulunabilen bir “şey”dir, ama niceliksel bir şey değildir. Daha çok bir toplumun hak aramasının, ideolojisini ve kendisini yeniden üretmesinin üslubuna ilişkin bir nitelemedir sivil toplum. Bu toplumlarda işler daha çok aşağıdan yukarı işler ve hayal pratiği aşağıdan yukarıya tezahür eder.
Sivil toplumun “yüzyıllık ihmalden sonra” yeniden gündeme gelişinde sadece Doğu Avrupa’da olanlar rolf oynamıyor şüphesiz. Temsili demokratik sistemin, refah devletinin içine girdiği meşruiyet krizi ve bunlara karşı mücadele eden toplumsal hareketler de (feministler, çevrecive ler, öğrenciler, barışçılar vb.) sivil toplumun tekrar gündeme gelmesine yol açtılar.
Temsili demokratik sistemin kurumlarından parti ve sendikalar sivil toplumun taleplerini devlete taşımak yerine, sivil toplumda devletin bir ajanı durumuna geldiler.
SONUÇ
Sivil toplum başlı başına bir iyilik veya kötülük kaynağı olmamakla beraber toplumsal ve siyasi mücadelelerde üslubu ve yeniden-üretimi sağlayan usul anlamında tercih edilmesi gereken bir zemin sunar. Sonuç olarak sivil toplum analitik yaklaşımlar, siyasi hesaplar ve normatif boyutuyla değerlendirilmesi gereken bir kavramdır. Bu bakımdan sivil toplumdan bahsettiğimizde tarih, strateji siyaset felsefesinden bahsederiz. Sivil toplum genel olarak siyasetin, dar olarak devletin meşruiyet sınırının çizildiği bir moral kavram haline gelmiştir. Sivil toplumun onu meydana çıkaran ekonomiden ve moral zeminden kopuk olarak ele alınması ciddi bir odaklanma problemine yol açmaktadır. Sivil toplumun ve dolayısıyla onu meydana getiren ekonomi, yani piyasa ekonomisinin ve moral zeminin unutulması sivil toplumu toplumsal hareketler ve devrim stratejisine indirme çabası olarak kaydedilmelidir. Sivil toplum kavramı, üzerinde kurulmaya çalışılan bu hegemonya aşıldıkça anayasal demokrasi ve meşruiyetin zemini olarak başlangıç noktası haline gelebilecektir.