Türkiye’de 2017 Anayasa değişikliğini müteakiben, bu değişiklikle uyumluluğun sağlanması amacıyla uyum kanunlarının çıkarılması ihtiyacı ortaya çıkmıştır. Bu ihtiyacın giderilmesi bir anayasal zorunluluktur. Seçim Kanununda değişikliklerin yapılması da, bu zorunluluklar kapsamında yer almaktadır. Seçim Kanununda yapılması icap eden bazı değişiklikler, Anayasa değişikliklerinin Seçim Kanununa yansıtılması kapsamında yer almaktadır. Mesela 2017 Anayasa değişikliği ile Anayasanın 76/1. fıkrasında yer alan “Yirmibeş” ibaresi “Onsekiz” şeklinde, ikinci fıkrasında yer alan “yükümlü olduğu askerlik hizmetini yapmamış olanlar,” ibaresi “askerlikle ilişiği olanlar” şeklinde, 75. maddesinde yer alan “beşyüzelli” ibaresi “altıyüz” şeklinde değiştirilmiştir. Bu değişikliklerin Seçim Kanununa yansıtılması bir anayasal zorunluluktur.
Bazı değişikliklerin yapılması ise hükümet sisteminin değiştirilmesine bağlı olarak kamuoyundaki değişiklik taleplerini karşılamaya yöneliktir. Bunlardan bazıları da seçim sistemine ve millî seçim barajına ilişkin olanıdır. Kamuoyunda, özellikle bazı partilerde bu yönde değişikliklerin yapılması konusunda ciddi talepler mevcuttur. Özellikle %10’luk millî seçim barajına uzun süredir karşı çıkışlar söz konusudur.
Yeni hükümet sisteminde gensoru ve güven oylaması ihtiyacı söz konusu olmadığı için, meclisteki çoğunlukla yürütmede istikrarın sağlanması arasında bir ilişkinin artık mevcut olmaması sebebiyle yürütmede istikrarın sağlanması ihtiyacının söz konusu olmadığı gerekçesi ile bazıları tarafından %10’luk millî seçim barajının ciddi olarak indirilmesi ya da tamamen kaldırılması talep edilmektedir.
Seçim sistemine yönelik taleplerden birisi de, milletvekillerinin, parti ve meclisteki yasama faaliyetleri bağlamında liderlerin mutlak hâkimiyetinden kurtarılmalarının; bu yolla milletvekillerinin daha bağımsız hareket etmelerinin temin edilmesidir. Bazıları bu amacın sağlanması maksadıyla ön seçimi önerseler de, sadece önseçimin var olmasının bunu sağlaması pek mümkün ve muhtemel görünmemektedir. Bir kısmı da bu maksadın hâsıl olması için “parti içi disiplinin mevcut olmaması” gerektiğini söylemektedirler. Oysa parti disiplininin mevcut olmaması, belki ABD’deki sistemde geçerli ve başarılı olsa da, bunun gerek parlamenter sistemlerde, gerekse Türkiye’nin şartları bağlamında Cumhurbaşkanlığı sisteminde geçerli olduğu söylenemez. Çünkü ABD’de parti disiplininin mevcut olmaması, yasama meclisi üyelerini her ne kadar parti liderlerinin tahakkümünden kurtarmakta ise de, bu kez de yasama üyeleri özellikle birçoğu uluslarüstü faaliyetlerde bulunan ekonomik güçler ve kuruluşlar tarafından yönlendirilen baskı gruplarının etkileri altına girdirilmektedir. Tabiri caizse, bu kuruluşlar, çoğu yasama faaliyetlerinde, parti liderlerinden çok daha etkili olabilmekte, yasama ve yönetim bir nevi siyaset dışı unsurların yönlendirmesine tâbi hale gelebilmektedir. Hatta bu yöndeki çabalar sergilenirken, Türkiye’de şiddetle karşı çıkılan ve siyasî ahlakın mutlak reddettiği parasal ilişkiler de devreye girebilmektedir. Bütün bunların Türkiye’deki siyasî ve kültürel şartlarda kabulü mümkün değildir. Yasama üyelerinin, küresel çıkar gruplarının etkisi altına girdirilmesi yerine, halk tarafından seçilen parti liderlerinin ya da yönetiminin etkisinde olması nispeten daha demokratik olacaktır.
Gelelim, seçim sistemi konusuna. Burada iki seçenekli bir önerim olacaktır. Birincisi tek isimli tek turlu basit çoğunluk sistemi, ikincisi de en fazla 4 ya da 5 milletvekilinin seçildiği seçim çevrelerinden oluşan daraltılmış bölgeli nispi temsil seçim sistemidir. Millî seçim barajı, birinci öneride tabiatı icabı olmaz ise de, ikinci öneride söz konusu olabilir.
Burada seçim sistemine ilişkin önerim, iki bakış açısından hareketle farklılık teşkil edecektir. Birincisi ideal olarak kabul ettiğim seçim sistemi önerisi, ikincisi, siyasî ittifaklarla uyumlu olabilecek seçim sistemi önerisi.
Malum yeni dönemde, AK Parti ile MHP’nin en azından orta vadeli bir seçim ittifakı çalışmaları mevcut. Nitekim bu ittifakı tesis etmeye yönelik komisyon çalışmaları yapılıyor. Geçen hafta, her iki partiye mensup “millî ittifak”ı tesis etmeye yönelik komisyon üçüncü toplantıyı gerçekleştirdi. Muhtemelen muhalefet partileri de benzer ittifaklara gideceklerdir. Önereceğim iki seçim sisteminden birisi bu ittifaklar realitesi ile uyumlu olacaktır.
Birinci önerim, “tek isimli tek turlu basit çoğunluk sistemi”dir. Önce bu sistem üzerinde durmak istiyorum. TBMM üyelerinin, hem seçmen tabanını tatmin etmelerini ve inisiyatif alabilmelerini, bu bağlamda kısmen de olsa güçlenebilmelerini, hem de parti yönetimi tarafından belirlenen politikaların uygulanabilmesini mümkün kılan bir seçim sistemi, “tek isimli tek turlu basit çoğunluk” (dar bölge) sistemidir. Bu sistemin uygulandığı ülkelerde yapılan parlamento seçimlerinde, ülke seçilecek temsilci sayısı kadar seçim bölgesine ayrılmakta ve her bir seçim çevresinden bir temsilci seçilmektedir. Bu sistemde, seçim çevresinde kullanılan geçerli oylardan en çok oyu alan (basit çoğunluk) aday seçilmiş sayılır. Sistemin beşiği olan İngiltere’de yaygın bir deyişle “First-past-the post”, “çizgiyi ilk geçen” (en çok oyu alan) aday kazanır”. Bu sistem, İngiltere ve ABD ve bazı Anglo Sakson ülkelerinde tatbik edilmektedir.
Burada sistemin en belirgin özelliği, seçilen temsilcilerle seçmen arasında kuvvetli bağların kurulmasının sağlanmasıdır. İngiltere ve ABD’de temsilcilerin iki tane ofisi vardır; birisi Mecliste, diğeri seçim bölgesinde. Temsilciler seçim bölgelerindeki seçmen tabanları ile sürekli iletişim ve etkileşim içerisinde olacakları için, temsilciler kısmen de olsa güçlü hale gelebileceklerdir. Diğer yandan, ilgili ülkelerdeki siyasî kültürle de bağlantılı olarak, temsilcilerin parti politikaları ile uyumlu tutumlar izlemeleri de söz konusu olabilmektedir. Bu durum Türkiye için de söz konusu olabilecektir. Türkiye’de Cumhurbaşkanlığı sistemine rağmen, hâkim siyasî kültürün bir icabı olarak parti disiplinini tamamen ortadan kaldırabilmek mümkün değildir. Ama bu disipline rağmen, İngiltere’dekine benzer bir şekilde, temsilcilerin belli bir dereceye kadar seçmen tabanından aldıkları güçle hareket etmeleri de pekâlâ mümkündür. Türkiye gibi ülkelerde parti disiplininin mutlak manada mevcut olmadığı bir sistemin işlemesi mümkün değildir. Bu ortamda ne yasama faaliyetleri yürütülebilir, ne de Cumhurbaşkanı ile yasama arasında uyumluluk ve istikrar sağlanabilir.
Diğer yandan, bazıları Türkiye Büyük Millet Meclisinin üyeler bağlamından zayıf olduğundan söz etmekte ve sürekli milletvekilleri ile Meclisin güçlendirilmesi zaruretinden söz etmektedirler. Fakat bu öneriyi dillendirenler genellikle önseçim üzerinde vurgu yapmanın ötesinde bir öneri getirmemektedirler. Oysa önseçimde delege düzeyinde oy kullananlar, çoğu kereler teşkilatın kontrolünde olan az sayıdaki kişilerdir. Önseçim sistemi de tam manasıyla güçlü adayların öne çıkmasını sağlamaya yeterli olmayabilmektedir. Her bir seçim çevresinde tek kişi seçileceği için, seçmenle seçilecek kişi birebir ilişki ve etkileşim içerisinde olacağı için, bu sistemde temsilciler nispeten daha güçlü hale gelebilecektir. Ön seçimle bu seçim sisteminin bütünleştirilmesi, Meclisi ve üyelerini kısmen daha güçlü kılacaktır. Tekrar söylüyorum, Türkiye’deki siyasî kültür şartlarında parti içi disiplini tamamen ortadan kaldırmak mümkün değildir. Türkiye’nin şartlarında buna lüzum da yoktur. Burada önseçim ve seçim sistemine ilişkin önerimle olabilecek olan Meclis ve üyelerinin kısmi güçlenmelerinin sağlanmasıdır.
Meclisin ve vekillerin zayıf düşmelerinin tek sebebi, önseçim ya da burada önerdiğim seçim sisteminin olmayışı değildir; bunun çok daha derinlemesine sebepleri mevcuttur. O da teknik uzmanlarla mücehhez olan yürütmenin güçlenmesi yönündeki eğilimdir. Bu eğilim sadece Türkiye’ye mahsus da değildir; bu Küresel ölçekte bir eğilimdir. Bugün başta ABD’de olmak üzere, bütün demokrasilerde, teknik bilgiler noktasından çok daha donanımlı olan yürütmenin belirgin bir şekilde öne çıktığı görülmektedir. Bu mevzu ayrı bir makale konusu olduğu için, şimdilik bu kadarla iktifa etmek istiyorum. Dolayısıyla, bu fiilî zemin içerisinde, birilerinin dillendirdiği şekilde yasama Meclisi ve üyelerinin en üst düzeyde güçlendirilmesinin sağlanması pek mümkün, muhtemel ve gerçekçi görünmemektedir.
Gelelim %10’luk millî seçim barajı meselesine. %10’luk millî seçim barajı hiçbir demokratik ülkede mevcut değildir. Bu oranın %5 ya da 6 düzeyine çekilmesi mümkündür. Millî seçim barajının sıfırlanması önerisine taraftar değilim. Bunun iki sebebi vardır.
Birincisi, TBMM’de yasama istikrarına ihtiyaç vardır. Bunun için Meclisin irili ufaklı çok sayıda siyasi partinin temsil olunduğu atomize bir yapıya dönüşmemesi gerekir. Nitekim Aksi halde yasama faaliyetlerinin yürütülmesinde sorunlar yaşanabilir. Mesela Brezilya’da 2006 seçimlerinde Mecliste tam 21 parti temsil olunmaktadır. Parti disiplininin de oldukça zayıf olduğu bu ülkede yasama faaliyetlerinin yürütülmesinde üst düzeyde sorunlar yaşanmaktadır. Benzer bir durumun bizde de yaşanması mümkün ve muhtemeldir. Bu vesileyle, Türkiye’de de yasama istikrarını sağlayacak düzeyde millî seçim barajının olması gerektiği söylenebilir.
Seçim sistemine ilişkin ikinci önerim daraltılmış bölgeli nispî temsil seçim sistemidir. Burada yapılması gereken halen yürürlükte olan D’Hondt sisteminin revize edilerek seçim çevrelerinin küçültülmesidir. Burada seçim çevreleri, en fazla 4 ya da 5 milletvekili çıkaracak şekilde belirlenebilir. Bu seçim sistemi iki açıdan önemlidir; Birincisi siyasî partilerin seçim ittifakı yapmalarını mümkün kılmakta, ikincisi, her seçim çevresinde seçilecek milletvekili sayısı azaldıkça, seçmenlerin seçileceklere etkileri, onları tanımaları biraz daha artacaktır. Bu da tek isimli tek turlu basit çoğunluk sistemi kadar olmasa da, kısmen de olsa temsilcileri seçmene yaklaştıracağı için, milletvekillerinin güçlenme ihtimali nispeten artabilecektir.
Belli bir barajı lüzumlu kılan ikinci sebep, gerek %5 ya da 6’lık barajla birlikte tatbik edilecek daraltılmış nispî temsil seçim sisteminin uygulaması neticesinde yasama ile yürütme arasında uyumlu bir sonucun ortaya çıkmasının nispeten kolaylaşacak olmasıdır. Cumhurbaşkanının en az %50+1 çoğunlukla seçilecek olması ve buna ilave olarak Meclise temsilci gönderebilmek için %5 ya da 6’lık bir barajın sağlanacak olması, bu oranın altında kalan siyasî partileri, tek başına Cumhurbaşkanını seçebilecek oy tabanına sahip olmayan büyük partileri, hem yasama, hem de Cumhurbaşkanlığı seçimlerinde daha küçük partilerle ittifak yapmaya itecektir. Bu da çoğu kereler siyasî partiler arası ilişkilerin yumuşamasını sağlayacaktır. Aynı durum, yasama ile yürütme arasındaki ilişkilerin uyumlu ve istikrarlı olmasını da sağlayacaktır. Çünkü hem yasamada hem de yürütmede sağlanan ittifaklar sayesinde, Cumhurbaşkanını seçenler aynı zamanda yasama organı üyelerini de seçecek oldukları için, bu ikisi arasında uyumsuz sonuçların ortaya çıkması ihtimali zayıflayacaktır. Özellikle başkanlık sisteminin tatbik edildiği birçok ülkede, Başkanlık seçimleri ile meclis seçimlerinin aynı anda yapılması, bu ülkelerde yasamadaki çoğunlukla yürütmenin aynı siyasî eğilimden olma ihtimalini artırmaktadır. Nitekim Türkiye’de de Cumhurbaşkanlığı seçimleri ile TBMM seçimlerinin aynı tarihte olması, bu amaçla da uyumlu görünmektedir.
Diğer yandan hazırlanacak seçim kanununda, siyasi partiler arasında hem yasamada hem de yürütmede ittifak yapmalarını mümkün kılacak kanuni düzenlemelerin yapılmasında da fayda vardır. Nitekim seçim kanunu reformu çalışmaları yürütülürken, bu tür ittifaklara resmiyet sağlayacak düzenlemeler üzerinde de çalışılmaktadır. Belki ilk yıllarda bu sistemler, birbirinden bağımsız tüzel kişiliğe sahip olan siyasî partilerin ittifaklarına sahne olsalar da, orta ve uzun vadede zamanla bunların politikalarını birbirlerine biraz daha yaklaştırarak bütünleşmeleri, zaman içerisinde iki partili bir yapıya dönüşebilmeleri ya da en azından birbirlerine yakın politikalarla uzun vadeli ittifaklar yürütebilmeleri mümkün ve muhtemeldir. Bu durumda, ittifaka giden siyasî partiler ya ılımlılaşarak büyüyecekler ya da bu yöndeki taleplere cevap veremeyerek küçülecekler, yerlerini daha ılımlı ve kapsayıcı partiler alacaktır. Bu da, siyasî hayatta ABD’dekine benzer bir şekilde farklılıkları büyük ölçüde azalan siyasî partilerin belirmesinin önünü aralayabilecektir. Bundan, hem siyasî partiler, hem Türk halkı, hem de Türkiye Cumhuriyeti Devleti kazanacaktır.
Belki bu sistemlerin temsilde adaleti aşındırıcı yönde bazı sonuçların ortaya çıkmasına sebep olabileceği söylenebilir. Fakat yönetim ve yasamada istikrar da temsilde adalet kadar önemlidir. Diğer yandan bu yolla büyük partiler için sağlanacak avantajlardan sadece bir tek siyasî partinin faydalanacağı söylenemez. Politikalarını ılımlılaştırarak ve ittifaklara giderek büyümek isteyen her bir parti bu imkândan faydalanabilecektir. Önemli olan seçime ilişkin oyunun kurallarının, her bir partinin istifade edebileceği şekilde tanzim edilmiş olmasıdır. AK Parti kadar CHP ya da diğer siyasî partilerin de bu avantajlardan faydalanmaları bağlamında aralarında bir fark yoktur. Yeter ki, bu partiler, büyüyebilmeleri için lüzumlu adımları atsınlar. Kendi ideolojik dar kalıpları içerisinde kalarak büyümek istemeyen siyasî partilerin bu seçim sistemlerinin sağladığı avantajlardan faydalanabilmeleri mümkün değildir.