Yüksek yargı üyelerinin halk veya temsilcileri yerine bürokrasi tarafından seçilmesinin demokrasiyle bağdaşmayacağını; demokratik toplumlarda yüksek yargının oluşturulmasında seçilmiş organlarla -siyasetle- mutlaka bir bağ kurulması gerektiğini yazmıştım dünkü yazımda. Bir başka deyişle, yargının “siyasallaşmasından” korkmamak gerektiğini tam tersine yüksek yargının ancak siyasal olanla bağ kurması halinde belli bir meşruiyet kazanabileceğini savunmuştum. Bugün ise, HSYK konusunda ortaya atılan önerileri bu bakış açısıyla değerlendirmeye çalışacağım.
Ama konuya girmeden önce, hemen bu noktada bir ayrım yapma ihtiyacı duyuyorum: Yargının siyasal olanla bağ kurması ile yargının partizanlaşması aynı şey değildir. HSYK için bulacağımız formül, bu kurumun üyelerinin seçimini Meclis iradesine bırakmalı ama bunu o kurulu partizanlaştırmadan yapmayı da becerebilmelidir.Bu konuda şu anda ortada iki öneri var.Bunlardan biri AK Parti’nin savunduğu RTÜK modeli, diğeri ise Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nda üzerinde neredeyse uzlaşma sağlanan model…RTÜK modeli konusunda CHP’nin itirazına katılıyorum.
Bu model yüksek yargıda parti kotaları ihdas ederek partizanlaşmayı olağanüstü teşvik eden bir sistemdir. Bu sistemde HSYK’ya seçilmek isteyen bir üyenin ne kadar başarılı bir hukukçu olduğunu değil ne kadar sadık bir partili olduğunu ortaya koyması gerekir ve seçildikten sonra da aynı şekilde davranması beklenir. Öyle ki, bu sistemle seçilen bir yargıcın, görevini yaparken hukukçu kimliğini siyasi kimliğinin üstüne çıkarabilmesi neredeyse imkansızdır. Çünkü daha baştan, seçimini belli bir partiye borçludur ve o partiye “sadakat göstermek” gibi manevi bir baskının altına girmiştir.
Partizanlığı dışlayan model
Anayasa Uzlaşma Komisyonu’nun üzerinde çalıştığı ikinci modelde ise kurul üyeleri parlamento tarafından belirli adaylar arasından üçte iki çoğunlukla seçiliyor.
Elbette her insan gibi söz konusu adayların da siyasi tercihleri olacaktır. Bu anlamda “tarafsız”aday yoktur.
Bu modeldeki üçte iki çoğunluk şartı, Meclis’teki partileri üzerinde konsensüs sağlanabilecek adaylara yöneltir. Peki farklı partiler ne tür adaylar üzerinde konsensüs sağlayabilirler? Siyasi eğilimi ne olursa olsun, hukukçu kişiliğini siyasi görüşlerinin üzerinde tutacağına güvendikleri isimlere… Yani bu sistem partileri doğal olarak, “Benim partizanım olmayacaksa diğerlerinin partizanı da olmasın” diye düşünmeye zorlar.Dolayısıyla sistem, partizanca davranacağından kuşku duyulan adayları elerken, hukukçu kimliğini siyasi kimliğinin üstünde tutacağına güven duyulan adayların önünü açar. Böylece parlamentonun büyük çoğunluğu tarafından seçilmiş olmaktan gelen güçlü bir meşruiyete sahip, işinin ehli olduğu noktasında kendini ispatlamış kişilerden oluşan bir kurul oluşabilir.
Dahası, ileride bu tip kurullara seçilmeyi düşünen hukukçular kariyerleri boyunca partizan bir portre oluşturmamaya dikkat eder, her kararlarında bunu gözetirler.
Sayı pazarlığı
Ben bu yöntemin sadece HSYK için değil Anayasa Mahkemesi dahil bütün yüksek mahkeme üyelerinin seçimi için de doğru olduğunu düşünüyorum.
Ancak dikkatimi çeken bir nokta var: Bu tartışma ne zaman açılsa bir pazarlıktır başlıyor. Hukukçu kökenli olanların büyük çoğunluğu Meclis’in üye seçmesine prensipte itiraz etmeseler de yargının kendi içinden seçtiklerinin Meclis’in seçtiklerinden sayıca daha fazla olacağı formüllere doğru yöneliyorlar. Bu yönelişte siyasete duyulan güvensizlikle “hukukçunun değerlendirmesini ancak hukukçular yapabilir” elitizmini bir arada görüyoruz.
Oysa yargının uyması gereken bütün yasaları ve anayasayı yapıp “hadi uygula” diye yargıçların-savcıların eline veren de o “güvenilemeyen” siyasetçi… Neden ille de “denge aranıyor”, neden bir türlü “Meclis hepsini seçsin” denilemiyor, anlamak güç… O Meclis yasaları, anayasayı yapıyor da bir HSYK üyelerini mi seçemeyecek?..
Bu yazı Bugün Gazetesi’nde yayınlanmıştır.