12 Haziran genel seçimlerinin sonrasında Kürt meselesinin demokratik çözümü için umut verici bir ortam doğmuştu. Zira bir taraftan demokratik açılımı başlatan AKP büyük bir oyla tekrar iktidara gelmiş, BDP önemli bir seçim zaferine imza atmıştı. CHP, eski katı politikasını terk etmiş, seçim öncesi yayınladığı belgelerde Kürt meselesinin çözümü için atılacak demokratik adımları destekleyeceğini taahhüt etmişti.
Diğer taraftan ise devlet ile Öcalan arasında görüşmeler de devam ediyor ve Öcalan görüşmelerin içeriğinden duyduğu memnuniyeti avukatlarına aktarıyordu. Devlet ile temel noktalarda mutabakata vardıklarını, üç protokol imzaladıklarını, barış konseyi için anlaşmaya vardıklarını ve “Kürt tarihinin en büyük anlaşmasını imzalamaya hazırlandıklarını” belirten Öcalan, artık devrimci halk savaşını durdurduklarını söylüyordu.
Yani hem Kürt meselesini demokratik yollarla çözmeye çalışan siyasal partiler halk nezdinde güç kazanmıştı, hem de sorunun tarafları arasında -geçmişle kıyaslanamayacak- bir görüşme trafiği vardı.
DENGELER NEDEN TERSE DÖNDÜ?
Ancak Türkiye’nin barışa yaklaştığı böylesi bir ortamda birden bütün dengeler değişti. Öcalan’ın devlet ile yürüttüğü görüşmelerin oyalamaya yönelik olduğunu ve devletin PKK’yi tümüyle yok etmeye dönük bir hesap içinde olduğunu belirten Kandil, eylemlerini yoğunlaştırdı. Bu eylemler iki yönlüydü: PKK, bir yandan -1990’lı yılları anımsatır şekilde- adam kaçırmaya, yol kesmeye, şantiyeleri basmaya, sokak ortasında adam öldürmeye başladı. Diğer yandan ise doğrudan askeri hedeflere yöneldi ve çıkan çatışmalarda çok sayıda asker hayatını kaybetti. Özellikle Diyarbakır-Silvan’da 13 askerin kaybedilmesi ve aynı gün Demokratik Toplum Kongresi’nin “özerklik” ilan etmesi sinirlerin çok fazla gerilmesine neden oldu.
Bu gerilim hükümetin politikalarını da etkiledi. Çatışmaların artmasına tepki olarak Başbakan hem partisinin 10. kuruluş yıldönümünde, hem de şehit ailelerine verdiği iftarda yaptığı konuşmalarda çok sert ifadeler kullandı. “Artık bıçak kemiğe dayanmıştır” diyen Başbakan, PKK’ye, BDP’ye ve “terör ile arasına mesafe koymayanlara” çok ağır bedellerin ödetileceğini belirtti. Bu ifadeleri, sadece bir söylem değişikliği olarak değerlendirmemek gerekiyor. Gerek Başbakan’ın sözlerinden, gerek medyaya yansıyan haberlerden, Kürt politikasında radikal bir değişikliği ifade eden geniş kapsamlı bir hazırlığın yapıldığını çıkarmak mümkündür.
AYNI FİLMİ İZLEMEYELİM
Ben bu politika değişikliğini doğru bulmuyorum, başarılı olacağını da düşünmüyorum. Açıklamaya çalışayım: Böyle bir politika uygulandığında, karşı karşıya kalacağımız manzarayı –geçmiş deneyimlerimizden iyi biliyoruz. Her şeyden önce demokratik kazanımlar zayıflayacak ve halk üzerindeki baskılar artacaktır. Sivil iktidar barış ve hukuku öne çıkaran bir perspektiften uzaklaştığında, güvenlik güçlerinin daha fazla hak ihlali yapması kaçınılmaz hale gelecektir. Daha fazla sayıda Türk ve Kürt genci dağ başında yaşamlarını kaybedecek, daha fazla sayıda ailenin ocağına ateş düşecektir.
Karşılıklı milliyetçilikler bileylenecek ve farklı etnik kimliklerin birbirleriyle çatıştıracak zeminler doğacaktır. Siyasi alan daha daralacak ve ifade özgürlüğü sınırlanacaktır. Barıştan yana olanların sesi kısılacak, sorunların salt silahla çözülebileceğini düşünen güvenlikçi stratejistlerin sesi daha gür çıkacaktır. Savaş sadece bir coğrafyayla sınırlı kalmayacaktır; Doğu’da dağlarda süren savaş, Batı’da şehirlere kayacak ve hiç kimsenin kendini güvemde hissetmediği kaotik bir durum meydana gelecektir.
Bugün yaraya merhem olacağı önlemlerin çok daha büyük ölçekli olanları, başta Çiller-Ağar-Güreş ekibi olmak üzere 1990’lı yıllarda tüm hükümetlerce uygulanmış ve sonuç yaranın daha da derinleşmesi olmuştu. Dolayısıyla bütün Cumhuriyet hükümetlerinin sonunda gelip demirledikleri “Bu sorun ancak silahla çözülür” anlayışını devre dışı bırakmak gerekir. İktidar “Artık demokrasi içinde daha fazla yol alınamayacağı görüldü” diye akıl verip sorunu daha da içinden çıkılmaz hale getirenlerden uzak durmalı, daha fazla demokrasi ve daha fazla hak tanıma politikası ile bu sorunu çözmeye çalışmalıdır. Aksi takdirde hep birlikte kaybetmeye mahkûm oluruz; çıkacak bir savaşın kazananı olmaz.
Yenişafak, 19.08.2011