Sabahtan bu yana Sarayburnu’nda toplanan on binleri seyrediyorum.
Yediden yetmişe her yaştan, kadın, erkek, çoluk çocuk, ellerinde Filistin ve Türk bayraklarıyla yedi ay önce bu limandan kalkan bir gemiyi karşılamaya gelmişler.
Yedi ay önce dualarla yolcu ettikleri Mavi Marmara Sarayburnu’na içi boş dönüyor. 37 farklı ülkeden 578 insani yardım gönüllüsü ile birlikte Gazze’ye yardım götürmek için yola çıkan gemi, 31 Mayıs sabahı Akdeniz’in mavi sularında en büyük insanlık suçlarından birine tanık oldu. İsrail donanmasının uluslararası sularda saldırısına uğradı, bu saldırıda 9 insani yardım görevlisi hayatını kaybetti, 54 kişi yaralandı.
Bu olay, Mavi Marmara’yı İsrail saldırganlığına karşı direnişin simgesi ve zulme karşı çıkan dünya halklarının ilham kaynağı haline getirdi. Bugün dünyanın başka limanlarından başka gemiler onun tamamlayamadığı görevi tamamlamak için demir almaya hazırlanıyor. ABD’den Kanada’ya ve Avrupa’nın her ülkesine kadar her dinden, her milletten insan hakları savunucuları yeni Gazze seferleri için bir araya geliyor, bağış kampanyaları açarak gemi tedarik etmeye çalışıyor ve bu gemilerde yolcu olmak için gönüllü yazılıyor.
Şu anda meydanda 9 şehidin resimleri dalgalanıyor. Onların adı okunarak yoklama yapılıyor. Ve Türkiye’nin dört bir yanından karşılama töreni için limana koşan on binler onlar için hep birlikte gözyaşı döküyor.
Sadece onlar değil Mavi Marmara’yı karşılamak üzere Sarayburnu’na gelen elli ülkeden insan hakları savunucuları, sivil toplum kuruluşları ve bütün dünya medyası…
Hepsi tek yumruk, tek yürek olmuş, o kahramanlar için ağıt yakıyor.
Bu sabah ben de o limanda olmayı planlıyordum. Hatta Çanakkale’ye gidip orada karşılamayı istiyordum Mavi Marmara’yı… Olmadı, büyük bir aksilik çıktı, gidemedim.
Peki herkesin mi bir mazereti vardı?
Neden, “halkın yüzde 42’si” mi demeliyiz, “kıyılar” mı demeliyiz, “laikler” mi “başı açıklar” mı ya da “Beyaz Türkler” mi, neden onlar bu “erdemliler ittifakı” içinde yoklar? Neden o dokuz insan için gözyaşı dökmek, acılarını birleştirmek üzere bu limana gelmemişler?
Şu anda konuşma yapan İHH İnsani Yardım Vakfı Başkanı Bülent Yıldırım, bu geminin “insanlığın ortak vicdanı” olduğunu söylüyor.
Peki onlar neden insanlığın ortak vicdanının bir parçası olmayı reddediyorlar?
Çünkü Sarayburnu’ndan yükselen Allahu ekber nidaları onların tüylerini diken diken ediyor. Çünkü “İlerici” ve “laik” kamuoyumuz Sarayburnu’ndan dünyaya yansıyan ve Müslüman duyarlılığını hatırlatan her şey karşısında derin bir antipati duygusuyla sarsılıyor. Bu öylesine güçlü bir antipati ki, mazlum Filistin halkı için duyulması gereken sempatiye galebe çalıyor, onu bastırıyor, onu yok ediyor.
Şimdi, Sarayburnu’ndan yapılan naklen yayını izlerken bir zamanlar Filistin Davası için canını ortaya koyan, Filistin’e gidip El Fetih kamplarında kalan, Filistinlilerle omuz omuza savaşan nice arkadaşım geliyor aklıma… Hiçbiri meydanda yok.
Sonra ölenleri hatırlıyorum.
Onlar da dokuz kişiydiler. Bora Gözen ve sekiz arkadaşı 21 Şubat 1973’te Filistin halkının davasına destek vermek için gittikleri Filistin’in Nahr-el Bared kampında MOSSAD’ın düzenlediği bir gece yarısı baskınıyla katledildiler.
Eğer bugün bir gemi onların cenazelerini bu limana getiriyor olsaydı, bambaşka bir kalabalık, bambaşka sloganlar eşliğinde gözyaşı döküyor olacaktı.
Oysa Bora da Furkan da aynı dava için ölümü göze almıştı. İkisinin de kalbi Filistin için çarpıyordu. Birinin Marksist diğerinin Müslüman olması, onların aynı duyarlılığı paylaşmalarına, İsrail saldırganlığına dur demek için evlerini, sevdiklerini arkada bırakıp gitmelerine engel olmamıştı.
Ama bu büyük ortak payda, onlar için dökülen gözyaşlarını birleştirmeye; acı çeken yürekleri tek yürek haline getirmeye yetmiyor işte…
Acıların kamplaşması mı demeli buna?
Vicdanların kamplaşması mı?
Yüreklerin parçalanması mı?
Ne demeli?
Nasıl gidermeli?
Bugün, 27.12.2010