Yaşanmadan anlaşılamayacak kadar derin bir acıya boğulmuş iki baba. Sami Elvan ve Halil Karamanoğlu. Birbirlerinin halinden en iyi onların anlayacağına şüphe yok. Yüreklerini açıyorlar birbirlerine, kendilerini dağlayan kor ateşi paylaşıyorlar ve kardeşçe sarılıyorlar. Burak toprağa defnediliyor. Bir gün önce aynı imtihandan geçmiş olan Sami Bey, Halil Bey’i arıyor. “Evladın, evladımdır. Hiçbir şey evlat acısıyla ölçülemez. Kimseye bu acı üzerinden nefret oluşturma fırsatı vermeyeceğiz” diyor, Karamanoğlu ailesi İstanbul’a döndüğünde taziye ziyaretinde bulunmak istediğini söylüyor. Halil Bey de metin tavrını sürdürüyor, kardeşliğe vurgu yapıyor ve başka babaların ciğerinin yanmaması için yaptığı çağrıyı yineliyor: “Türkiye’de insanların hepsi bizim kardeşimiz, biz kimseyi ayırt etmeyiz. Başka babaların canı yanmasın.” Sağduyu, metanet, başkalarının yaşamına duyulan saygı… Ölümleri sömürmeye çalışanlar çok etrafta. Ölümlerden yeni cepheleşmeler yaratmak ve siyasi hesaplarını genç ölülerin üzerinde görmek isteyenler mebzul miktarda. İki baba bunun farkında ve buna geçit vermiyorlar. Ölümü yeni çatışmalara ve ölümlere vesile kılmak için çabalayanların karşısında duruyorlar. Onların bu feraseti, bir arada yaşama iradesinin gücünü gösteriyor ve umudu ayakta tutuyor. Onlara çok şey borçluyuz. Tekrardan başları sağ olsun, Allah kendilerine sabır versin. Ölümlerin siyasete yansımasına gelince, iki farklı tavrın olduğunu görüyoruz. Başka konularda vahim bir dil kullanan, hatta devlet adına cinayet işleyenleri toptan kahraman ilan edebilen bazı liderlerinki dahil, muhalefet liderlerinin bu konuda kullandığı dil gayet yerinde ve iyiydi. Kılıçdaroğlu, evlatlarını kaybeden ailelerle görüştü, onlara başsağlığı diledi ve toplumu kışkırtmalara karşı uyardı. Bahçeli, kitlelerin sokağa çıkarılmaya çalışıldığını söyledi, sokağın tehlikelerine işaret etti, çözüm için siyaseti ve sandığı işaret etti. Demirtaş, provokasyonlara dikkat çekti, toplumda tansiyonu yükseltecek söylemlerden kaçınılması gereğinin altını çizdi. Zor bir dönemden geçiliyordu. Toplumsal kesimleri teskin eden ve gerilimi düşürmeyi amaçlayan bir dil kullanılması gerekiyordu ve onlar da bunu yaptılar. Lakin iktidar başka bir havadaydı. Erdoğan, sorumlulukla hareket eden bir siyaset tablosunu bozdu. Antep mitinginde Berkin’in ölümüne ayırdığı üç dakikalık konuşma tüyler ürperticiydi. Berkin’in terörle bağlantılı olduğu söyledi. Başındaki poşusunu, elindeki bilyeleri diline doladı. Berkin ile Burak’ın ölümünü karşı karşıya getirdi. Birinin ölümüne üzüldü, onu “şehit” ilan etti, diğeri için baş sağlığı bile dilemedi. Çocuğunu kaybetmiş bir annenin acıyla söylenmiş sözlerini siyasi polemik konusu etti. Berkin’in mezarına karanfil ve bilyelerinin neden konulduğunu anlayamadığını söyledi. Erdoğan’ın neden böyle bir dil kullandığına dair siyasi analizler yapılabilir. Geriliminden beslendiği, bu yolla kitlesini kendi arkasında kenetlediği, vb. söylenebilir. Ya da sadece nezaketsiz bir şekilde ağzına geleni söylediği açıklaması da getirilebilir. Bunlardan hangisi doğrudur bilmem. Ama bildiğim şu ki, benim için bu konuşma, Erdoğan’ın kişisel tarihinde kara bir leke olarak yerini aldı. Erdoğan’ın tutturduğu yol siyasi olarak onu nereye götürür, başarı mı başarısızlık mı getirir, bunu tartışabiliriz. Ben bunun siyasi getirisi olduğuna inanmıyorum ve siyasette tercihi oluşturan pek çok değişken olduğunu göz önüne aldığımızda, sonuçta onun açısından siyasi bir başarı söz konusu olsa bile bu, kullandığı bu dilden dolayı olmayacak. Ama emin olduğum bir şey var. Bu yolun kalıcılaşması, bu dilin egemen olması bizi insanlıktan çıkarır. Şimdi Erdoğan siyasi partilerin liderlerine sorumluluk çağrısı yapıyor ve kışkırtıcı dil kullanmamalarını hatırlatıyor. Dediği doğru, ama her halde böyle bir çağrıya öncelikle muhatap olması gereken bu kez sadece kendisi. Birileri Başbakan’a ya hayır söylemesini ya da susmasını hatırlatmalı.
Serbestiyet, 15.03.2014