1930’larda ABD, dünyanın gördüğü en önemli ekonomik kriz olan Büyük Buhran ile mücadele ediyordu. O zamanın en büyük oy coğunluğu ile başkan seçilmiş olan Franklin Roosevelt, bu büyük felaketle mücadele etmek için Amerika’da ilk kez geniş çaplı refah devletçi politikalar uygulamaya başladı. Ancak Roosevelt, politikalarını uygulamada önemli bir sorunla karşılaştı. Refah devletçi sosyal politikalar, sıklıkla, Anayasa Mahkemesi tarafından anayasaya aykırı bulunarak iptal ediliyordu. Muhafazakâr üyelerden oluşan Anayasa Mahkemesi’nin engellemeleri ile yıllarca boğuşan Roosevelt, sonunda popüler desteğine de güvenerek, ABD tarihinde bir başka ilke imza atmaya kalktı.
Olağanüstü Dönemler ve Önlemler
1937 yılında Roosevelt Anayasa Mahkemesi’ndeki (Supreme Court) hâkimlerin sayısını artırmayı amaçlayan bir yasa tasarısı sundu. Roosevelt’in amacı Mahkeme’deki çoğunluğu kendi politikalarını destekleyen hâkimlerden oluşturmaktı. Koşullar olağanüstü acil, Roosevelt ise bir Başkan’a göre olağanüstü güçlüydü. Hatta ABD tarihinin dört kez ard arda seçilen tek başkanı Roosevelt’ti. Peki böylesine olağanüstü başkanın, olağanüstü bir dönemde yaptığı, olağanüstü yasa tasarısı değişikliğine ne oldu?
Sonuç, Roosevelt için tam bir yenilgiydi. Roosevelt’in cüretkar teklifi karşısında hem Cumhuriyetçi hem de Demokrat senatörler şaşkına döndüler. ABD’de adeta kutsal sayılan Anayasa’nın ve denge-fren mekanizmasının en önemli ayağı olan Anayasa Mahkemesi’nin saldırı altında olduğunu düşündüler. Senatörler, hukuk sisteminin yozlaşmasını önlemenin, ekonomik krizin yarattığı sonuçlardan daha önemli olduğunu düşünerek yasa tasarısını reddettiler.
Roosevelt on üç sene Başkanlık yaptığı için, normal prosedürleri izleyerek yavaş yavaş mahkeme üyelerini sosyal demokrat üyelerle değiştirdi ve sonunda Mahkeme’nin politikasını da değiştirmeyi başardı. Ama Anayasa Mahkemesi’nin yapısı değiştirilmediğinden, mahkemenin güvenilirliği ve tarafsızlığı politika değişikliğine rağmen zarar görmedi.
Şimdi bu örneği doğrudan Türkiye’ye bağlayacak değilim. Tarihte ilk kez yazılı bir anayasayla kurulan ABD’de hukuk, Amerikan milletini oluşturan temel kurumsal yapıdır. Biz, şüphesiz böyle bir başlangıç yapamadık. Bizim hukuk sistemimiz birleştirmekten çok parçalamıştır. Ama yine de hükümetin önemli bir kriz bağlamında, YÖK vasıtasıyla vakıf üniversiteleri üzerinde kurmaya çalıştığı keyfi tasarruf yetkisi karşısında bu hikâyeyi hatırlamadan edemedim.
Eğitim Piyasasına Müdahale
Batı standartlarında eğitim veren üniversite sayımız çok az, belki de yok. Bunun en önemli sebebi yüksek öğretimin büyük ölçüce devletçi olması. Üniversiteler arasında rekabet yok. Merkezi sınav sistemi, öğrencileri puanlarına göre dağıttığından iyi öğrencileri cezbetme yarışı yok. Öğrencilerin iyi üniversite araştırma derdi yok. Öğrenciler aldıkları hizmetin parasını ödemediklerinden, kaliteli eğitim için gereken kurumsal yapılanmayı da talep edecek güçleri yok. İyi üniversite ya da iyi öğretim üyesi olmanın ne parasal ne de manevi bir karşılığı da olmadığından, akademik personeli iyi olmaya zorlayan motivasyonlar yok.
Dünyadaki en iyi üniversitelere sahip ABD’ye ve İngiltere’ye baktığınızda devlet üniversitelerinin dahi piyasanın rekabetçi mekanizmaları içinde başarıyı yakaladıklarını görüyoruz. Üniversitelerimizin gelişebilmesi için piyasa ekonomisinin parasal motivasyonlarına ve rekabetçi yapısına muhtacız. Bunun için devlet okullarının özelleştirilmesine ihtiyaç yok. Pekala devlet üniversiteleri de belirli sınırlar dahilinde piyasa güçlerine uygun hareket ederek, kendilerini reforme edebilirler.
Şimdi yüksek öğretimin cılız ama gelecek vaad eden “özel” sektörüne pervasızca bir müdahale söz konusu. Eğitimde özel sektörün teşvik edilmesi gereken yerde, özel sektör güvenilmez hale getiriliyor. Hükümet bir kriz ile boğuşurken önüne çıkan diğer bütün sistemleri dağıtarak uzun vadede başarılı olamaz ama üniversite sistemimizde telafisi çok zor tahribatlara sebebiyet verebilir.
Yeni Yüzyıl, 28.11.2015