AKP ve CHP süreçte tabanının bütünlüğünü azamî ölçüde koruyan partiler oldu. Her iki partinin de % 5’ten fazla fire vermesi zayıf bir ihtimal. MHP ve BDP tabanının % 50’den fazlasının parti yönetiminin gösterdiğinin tersi istikamette hareket edeceği anlaşılıyor. MHP Kürtlere taviz verdiği, BDP Kürtlere bir şey vermediği gerekçesiyle anayasa değişikliğine karşı çıktı. DP, merkez sağın 1980’den beri devam eden bir süreçte altı okçu sistemin kontrolü altına girdiği tespitini (ki bu satırların yazarı tarafından 15 yıl önce dile getirilmişti) doğrulayan bir pozisyon aldı. Saadet Partisi ve BBP demokrasiye muhafazakâr ve ılımlı milliyetçi siyasi hareketler olarak pakete destek verdi.
REFERANDUMUN OTURDUĞU SOSYOLOJİK TEMEL
Toplumsal kesimler açısından da durum ilginçti. Türkler ve Kürtler iki parçaya ayrıldı. Alevilerin ana gövdesi hayırcı, fakat saçaklarda azımsanmayacak sayıda ‘evet’çi var. Sünniler ağırlıklı olarak ‘evet’çi ama genişçe bir kesim hayır diyor. Sosyalistlerin ana gövdesi hayır diye haykırıyor. Buna özgürlük kavramını bayrak yapan ÖDP ve Birgün çevresi dahil. TKP, EMEP ve diğer minik sosyalist parti ve hareketler de sosyalist hayır cephesinde yer aldı. Solda Troçkist DSİP ve sosyal demokrat EDP evetçi. Onlara bir de Birikim çevresi ekleniyor. Liberallerin ana çizgisi evet diyor ve değişime büyük entelektüel destek sağlıyor, saçaklarda ise Kemalistler gibi daha ziyade AKP nefretiyle hareket ederek hayır diyen dar bir kesim var. Türbanda olduğu gibi referandum olayında da liberaller sosyalistlerden daha iyi bir sınav veriyor. TKP’li komünistlerle bazı ülkücüler, Kürtlerden nefret eden radikal Kemalistlerle PKK çizgisine yakın militan Kürtler, azılı laisistlerle Haydar Baş’ın milliyetçi maneviyatçıları aynı safta…
İki gün sonra referandumun sonucu belli olacak ve taraflar tezlerinin halk nezdinde ak mı kara mı olduğunu öğrenecek. Sonuç, ne olursa olsun, referandum olayının bir sosyolojik temele oturduğu gerçeğini değiştirmeyecek. Bu yüzden, cevabını aramamız gereken önemli bir soru, neden bu durumun ortaya çıktığı. Cevabı bulabilmek içinse, bir teorik çerçeveye ihtiyaç var. Değişik teoriler analiz aleti olarak kullanılabilir; benim başvurmak istediğim teori ünlü İngiliz filozofu Lord Acton’a ait. Düşünür “Nationality” adlı makalesinde iki toplum modeli belirliyor: Fransız ve İngiliz. İlkine Kıta Avrupası veya Birlik Modeli (BM); ikincisine Anglo-Sakson modeli veya Harmoni Modeli (HM) adını da veriyor. Lord Acton’ınkine benzer yaklaşımlar 20. yüzyılda Hayek ve 21. yüzyılın başlarında Kukathas tarafında da geliştirildi.
BM’de toplum kavramı kolektif iradenin kesin ve daimi üstünlüğü fikri üzerine oturur. Başka hiçbir amaç ve değer birlik ideali karşısında değer taşımaz. BM toplumu homojenize etmeye çalışır. Ülke sakinlerinin haklarını ve isteklerini bastırır. Farklı menfaatleri hayali bir kolektif öznede bir araya getirir. Bireylerin şahsî eğilim ve ideallerini birlik uğruna feda eder. Doğal hakları ve yerleşik özgürlükleri çiğner. İyi toplumun her bakımdan birleşmiş ve bütünleşmiş toplum olduğunu kabul eder. Lord Acton BM’nin felsefi izlerini ve pratik yansımalarını Rousseau’nun fikirlerinde ve Fransız İhtilâli’nde bulur.
HM çeşitliliğe değer verir, birlik yerine harmoniyi gözetir. İdeal bir toplum yaratma, toplumu önceden tanımlanmış bir yapıya dönüştürme peşinde koşmaz. İnsanlara ve insan gruplarına ne iseler o olarak saygı gösterir. Doğrunun ne olduğunda anlaşmayı hedef almaz. Beraber yaşama kurallarının neler olduğunu veya olması gerektiğini araştırır. Özgürlüğün herkese aynı biçimde fayda sağlayan ve toplumsal muhalefet yaratmayan tek değer ve pratik olduğuna inanır.
BM ile HM farklı devlet felsefelerine vücut verir. HM özgürlüğün temel şartı olarak kamu otoritesinin sınırlanmasını talep eder. Kamu otoritesinin her seviyede ortak yaşayış kurallarına bağlı ve onları korumakla mükellef olmasını ve bireylerin hayatına ve toplumsal akışa asgarî seviyede müdahalede bulunmasını ister. Bireylerin, birey gruplarının, yerleşim birimlerinin kendi kendilerini idare etmesini değerli ve yararlı bulur; adem-i merkeziyetçiliği savunur. Devletin efendi pozisyonuna oturmamasını, toplumun hizmetkârı görevini üstlenmesini diler.
İLK ‘GÜNAH’ 1950’DE İŞLENDİ
BM, devleti teknik bir kayıt olmaktan çıkartır, ideolojik bir cihaza dönüştürür. Böylece devlet kendine toplumdan bağımsız bir misyon seçer ve topluma kendisinin belirlediği bir toplum modelini empoze eder. Hangi amacı devletin tek hedefi hâline getirirse getirsin, bu model (19. yüzyılda olduğu gibi) mutlakiyet veya (20. yüzyılda olduğu gibi) despotizm doğurur. Hedef ister bir sınıfın avantajı (sosyalizm); ister ülkenin güvenliği ve gücü (faşizm); ister bir dinin korunması ve egemen kılınması (dinî totaliterizm) olsun, sonuç aynıdır. BM bireysel özgürlük ve kendi kedini idare eden beşerî birimler fikrini sevmez. Adem-i merkeziyetçilikten nefret eder. Siyasî sistemi merkezîleştirir. Kamu otoriteleri aracılığıyla bireylere ve topluma doğru inanç-din, doğru hayat tarzı, doğru düşünce, doğru kılık-kıyafet vs. dayatır. Eğitimi topluma karşı bir silah gibi kullanır. Okulları öğrencilere belli değerlerin empoze edildiği bir alana çevirir. Sivil toplumu budar. Toplumu atomize bireyciliğe iter. Bireylerin kendisi dışındaki oluşum ve kurumlara saygı ve sadakat göstermesine tahammül edemez. Bu yüzden, gönüllülüğe dayanan cemiyet ve cemaatlere savaş açar. Ancak, bir taraftan da, ülkeyi herkesin ona tam olarak biat ettiği bir tekil cemaate dönüştürmeye çalışır.
Türkiye bir BM olarak kuruldu ve sistem 1950’ye kadar önemli bir kazaya uğramadan işledi. 1950’de işlenen ilk günah (demokrasiye geçiş) toplumda için için kaynayan HM dinamiklerini harekete geçirdi ve modelin işlemesini aksattı. O günden beri BM ve HM arasında henüz kimsenin muzaffer olamadığı bir mücadele var. Referandum işte bu mücadelenin bir sonucu ve tezahürüdür. Gelecek haftaki yazımda ele almayı düşündüğüm sebeplerle, Türkiye BM’den çıkıp HM’ye geçmeye çabalamaktadır. Referandumun sonucu ne olursa olsun bu gerçek değişmeyecek ve mücadele devam edecektir.
Zaman, 10.09.2010