Muhalefet asıl hatayı baştan, demokratikleşme perspektifinden hiçbir maddesine itiraz etmenin mümkün olmadığı bir pakete cepheden karşı çıkarak yaptı. Bu diğer bütün yanlışlar zincirinin ilk halkası veya muhalefet açısından açık bir başarısızlık olan bu sonucu ortaya çıkaran ilk adımdı. Yargı oligarşisinden şiddetle mustarip bir toplumda “AKP kendi yargısını yaratacak” türünden bir propagandanın ikna edici olabileceğini düşünenler, seçikleri yolun çıkmaz sokak olduğunu da göremediler. Uyaranları da ya ‘aymaz’ ya da ‘hain’ ilan edip, gittikçe daralan yolda ısrarla hızlandılar. Karşılarında duvarı gördüklerinde, yani en güvendikleri anketler bile felaketin yakın olduğunu söylediğinde ise iş işten geçmişti.
Aslında halkın onaylayacağı açık olan bir pakete karşı çıkma hatasını işledikten sonra çok da seçenekleri yoktu. Ya paketin içindeki maddelerden tek tek bahsedip, onları olumsuzlayarak halkı hayır oyu vermeye ikna edecekler ya da meseleyi AK Parti karşıtlığına indirgeyip, hükümetin sekiz yıllık yıpranmışlığı ile paket arasında ‘özdeşlik’ kurması için toplumu şartlandırmaya, “hipnotize etmeye” çalışacaklardı. Birinci strateji fazlasıyla riskliydi; çünkü CHP de MHP de, ‘hayır’ oyu verdirmek için paketin içinden bahsedecek olurlarsa, kendi seçmenlerinin dahi ‘evet’ vereceğinden endişe ediyorlardı. Bu endişelerinde haklıydılar. Öyle ya, örneğin ombudsmanlığı anlattıklarında, bunun iyi bir şey olduğunu düşünmeyecek vatandaş az bulunurdu ve dahası pek çoğu, sırf bu madde nedeniyle ‘evet’ diyebilirdi. Kısacası, hem içeriğine girip, hem de maddeleri göz ardı etme imkanı olmadığı açıktı. İşte bu yüzden muhalefet, yanlış bir kararın dayattığı ikinci stratejiden medet umdu. Bütün başarısını, referandumu ‘anti-AKP’ kampanyasına çevirerek toplumun dikkatini dağıtmaya bağladı. “AKP Anayasasına hayır” veya “Açılım Anayasasına hayır” gibi sloganlarla konuyu paketten alıp “hükümetin hatalarına” getirmeyi denedi. Bu bazen Habur’dan gelenlerin karşılanma görüntüleriyle donatılmış kampanya arabaları veya billboardlar gibi etnik önyargılara seslenen tehlikeli propagandalar şeklinde görünürlük kazandı (CHP ve MHP aynı resimleri kullandı), bazen de “bu paket kayısı üreticisinin sorununu çözüyor mu?” türünden tebessüm ettirici ölçüde naif argümanlar şeklinde.
Türk solu Evren ile aynı oyu kullandı
Tercih edilen ikinci stratejinin başarısı, halkın paket ile hükümet arasında kurulan özdeşlik illüzyonunu fark edememesine bağlıydı. Her iki parti de Kemalist önyargılarının damgasını taşıyan bir yaklaşımla, ‘masum halkımız’ın (bu sadece ‘saf ve temiz’ değil, aynı zamanda kavrayış ve muhakeme gücü bakımından yetersiz anlamına da gelir) bu ayrımı fark edemeyeceği ön kabulüyle hareket etme hatasını yaptı. TKP, İP ve ÖDP gibi özünde CHP ile aynı zihniyeti paylaşıp, referandum sürecinde onun gençlik kolları gibi hareket eden partiler de aynı tarz propagandayla halkın dikkatini paketin içinden çok daha ‘yüce’ sorunlara çekmeye çalıştılar. EMEP’in de onlar arasında olduğunu görmek üzücü ama öyle. Sonuçta Türk solu CHP ile birlikte, azınlıkların da desteklediği bir reform paketinin karşısında, fazlasıyla etnik Türk kaldı ve Alevileri istisna edecek olursak her kentin en varlıklı kesimleri ve MHP ile aynı safta durdu (“Bizim ‘hayır’ımız farklı”nın pratikte anlamı yoktu, diğer hayırlarla aynı haneye yazıldı). Ve 12 Eylül sabahı Türk solu Evren ile aynı yönde oy kullandı. Başka söze hacet var mı?
Ama Türk solunun bu sefaleti, ilk kez sol için bir imkan da doğurdu. DSİP baştan beri sivil ve demokrat safta bulunmakla kalmadı, o safı örgütlemekte de olağanüstü başarılı oldu. Öyle ki, sosyalist olmayan binlerce demokrat, onların belirlediği gündem ve sloganlar eşliğinde yürüdü.
“Merkez”inden “radikal”ine kadar anayasal reforma karşı duran sol, uğradığı hezimetle, ilk kez ‘müesses nizam’dan gerçek bir kopuşu ifade eden bir solun doğmasını da kolaylaştırdı. Bu süreçte ezber bozma cesareti göstererek sürüden ayrılan, bütün mahalle baskısına rağmen oligarşinin karşısında yer almayı başaran ve kitle partisi olma potansiyeline sahip olan EDP’ydi. Bu parti sorunlu bir doğumla dünyaya gelmişti ve yaşama şansı zayıf görünüyordu, ama bütün kritik zamanlarda CHP’nin peşine takılarak reşit olma şansını heba eden DSP’nin hatasına düşmeyerek sağlam bir bünyeye sahip olduğunu kanıtladı. SP ve BBP de BDP’nin hatasına düşmeyip, anayasa paketini iktidar karşıtlığına kurban etmemeyi başardı. Bu iki parti, kendi tabanlarının yargı oligarşisinin devamından yana hiçbir çıkarı olmadığını ve belki de onlar tersini istese bile kitlenin uymayacağını gördü ve demokratik değişimden yana tutum aldı.
Muhalefet ders alır mı?
BDP ise oligarşi ile demokrasi arasındaki kırk yılda bir gelen hesaplaşma fırsatını oligarşiye yarayacak akıl dışı bir boykotla siyasi hesaplarına kurban etti. AK Parti’ye yönelik bazı eleştirilerinde haklı olmasının boykotu meşrulaştırmadığı ona çok söylendi, ama kâr etmedi. Sandığa giderse ‘evet’ diyeceği açık olan tabanını en kritik zamanda sandığa gitmemeye ikna ederek, CHP ve MHP’nin işini kolaylaştırdı. Şayet az bir farkla ‘hayır’ galip gelmiş olsaydı, bunda en büyük ‘başarı’, sandığa gittiğinde ‘evet’ diyeceği açık olan milyonlarca Kürdün sözde ‘daha ileri’ bir noktadan oligarşiye eklemlenmesindeki rolleriyle onlara ait olacaktı. Tabii referandum sürecinde kullandıkları dille, ‘özerklik, bayrak’ gibi, Batı’daki bölünme paranoyasını alevlendirmeye yaptıkları ‘katkı’yla, ‘hayır’a verdikleri dolaylı desteği de anmak gerek. Neyse ki Kürt halkının sağduyusu ve Kürt sivil toplum örgütlerinin demokratik bilinci, Öcalan’ın “Cuma hutbeleri”nden daha güçlüydü de Sabah gazetesinde yazıldığı gibi “dilinde boykot gönlünde evet” olan Diyarbakırlılar referandum akşamı sonuçları izlerken yakıcı bir vicdan azabı çekmek zorunda kalmadı.
Peki muhalefet bu sonuçtan ders alır mı? Teorik olarak mümkün. Ama galiba sadece teorik olarak. Seçim sonrası yapılan “iktidar olanaklarını kullandılar” veya “Fethullah Hoca yüzünden oldu” türünden ‘analiz’ler, eğer CHP ve MHP’nin gerçek kanaatlerini ifade ediyorsa, muhalefetin gerçek bir muhasebe yapması ve ders çıkarması konusunda hiçbir ümit yok demektir. Böyle olduğu için de Ak Parti karşısında üç vakte kadar başarı sağlayacak gibi görünmüyorlar. Ama onların kronik iktidarsızlık sorunundan daha önemlisi, demokratikleşme süreçlerine destek değil köstek olmaları ve bu ikisi arasındaki bağlantıyı görememeleri.
Görünen o ki, böyle giderse Türkiye onlarla birlikte değil onlara rağmen demokratikleşecek. Neyse ki bu enkazın arasında parlayan bir şeyler var…
Star, Açık Görüş, 27.09.2010