28 Şubat siyasi tarihimizin en karanlık günlerinden birisidir. Kimileri, saçma sapan bir isim kullanmak suretiyle post-modern darbe diyerek hadiseyi hafifletmeye çalıştı. Sonuçta darbe darbedir ve bu post-modern darbe adlandırması, o dönemde “ne darbe ne şeriat” diyen bir gazetenin meseleye yaklaşımıyla da 15 Temmuz 2016 darbesinin muhalif bazıları tarafından sonradan tiyatro olarak adlandırılmasıyla da son derece tutarlıdır; her olayda gerçeği savunanlar olduğu gibi, gerçekliği çarpıtmaya çalışanlar da olacaktır. 28 Şubat basbayağı milletin iradesine karşı yapılmış bir darbeydi.‘Balans ayarı yaptık’
28 Şubatı, 28 Şubat 1997 MGK toplantısıyla, Başbakan Necmettin Erbakan’ın toplantı kararlarının uygulanması için imza atmayı reddedişiyle, Batı Harekat Planıyla, Sincan’da tankların yürütüldüğü gün Çevik Bir’in ABD’den “Sincan’da demokrasiye balans ayarı yaptık” deyişiyle, irticayı iç tehdit ilan eden brifingle, gerektiğinde silah da kullanarak Türkiye Cumhuriyeti’ni içte ve dışa karşı koruma ve kollama görevini yerine getirmenin ilan edildiği bildirilerle, “andıç” meselesiyle, sekiz yıllık kesintisiz eğitimle, “etkisi bin yıl sürecek” sözüyle, irtica nedeniyle ordudan atılanlarla ve atıldıklarıyla kalmayıp başka bir yerde çalışması engellenenlerle, parti kapatma davasıyla, seçilmiş başbakanın baskı altında istifasıyla ve Refahyol hükümetinin düşmesiyle, Müslüm Gündüz, Fadime Şahin baskınıyla, sahte şeyh Ali Kalkancı’yla, üniversitede kurulan ikna odalarıyla, baş örtüsü yasaklarıyla, üniversiteden atılan hocalarla hatırlıyoruz. Bunları internet üzerinden biraz araştırma yaparak herkes ayrıntılarıyla öğrenebilir. O yüzden uzun uzun yazmayı, daha doğrusu herkesin yazabileceği şeyleri yazmayı istemiyorum. Onun yerine kendi 28 Şubat tecrübemden, 28 Şubat’ın hayatımda bıraktığı bazı izlerden söz etmek istiyorum. Neticede tecrübe en iyi öğretmendir. Ve büyük şair İsmet Özel’in dediği gibi “Yaşamak Geçti Başımdan”.
Utandıran görüntüler
28 Şubat benim üniversitede öğrencilikten asistanlığa geçtiğim yıllara denk geldi. Lisans eğitimimin son yıllarındaydık. Sınıfımız dindar kız ve erkek öğrencilerin, başörtülü öğrencilerin olduğu bir sınıftı. Hepimiz arkadaştık ve birbirimizle iyi anlaşıyorduk. Birden başörtüsünün yasaklanması kararı alındı. Üniversitemiz bu karar gereğince derse giren hocalarımıza başörtülü kız öğrencileri sınıftan çıkarma talimatı verdi. Hocamızın istemeye istemeye başörtülü kızlardan dışarı çıkmalarını rica ettiğini hatırlıyorum. Sonrasında o arkadaşlar okulu bıraktılar ve bu dersten çıkartılma olaylarının hemen ardından kötü bir hadise yaşandı. Başörtülü öğrencilerden birisinin velisi, kızını sınıftan çıkardığı için hocalardan birine ders çıkışı kapıda bekleyip yumruk atmıştı. Okul bitip asistan olduğumda yasak devam ediyordu. Bazı başörtülü kız öğrenciler çareyi peruk takmakta buldular. Okulun kapısında jandarmanın önünde duvara asılı bir ayna vardı. Aynada başörtülerini çıkarıp peruklarını takıyorlardı. İnsanlık adına, kadınlık adına utandıran görüntülerdi.
Başarılar cezalandırıldı
Mezun olurken okul birincisi olan kız öğrenci başörtülü olduğu için rektörlük her sene yaptıkları mezuniyet törenini yasakladı çünkü başörtüye birinciliği ve birincinin hediyesini veremezlerdi. Ben de sınıf birincisiydim ve ailem mezuniyetime geldiğinde mezuniyet töreninin iptal edildiğini duyduklarında çok üzüldüler. Doğal olarak gururlanacakları bir anı kaçırmış oldular. Ben de hayatımın en önemli anlarından birisini başarılı olduğum halde yaşayamadım. Başarım siyaseten cezalandırılmıştı. Hepimizin başarısı cezalandırılmıştı. Okul birincisi sadece cezalandırılmamış bir de aşağılanmıştı. İşin tuhaf yanı ise şuydu: Kep ve cübbe giyme töreni ülkemiz üniversitelerine Batı’nın Hıristiyan ruhban okullarından geçen dinsel bir seremoniydi. Yani mezuniyet törenindeki kep ve cübbe giyme ritüeli dinsel bir ritüeldi. Sayın rektörümüz Batı’nın Hıristiyan dinsel ritüellerine ve sembollerine izin verirken kendi ülkesinin geleneksel, dinsel kıyafetini yasaklıyordu. O dönemin yöneticileri kendi durumlarının tuhaflığının farkında bile olamayacak kadar sekteryan, yani kesin inançlılardı. Zır Kemalist ve pozitivistlerdi. Atatürk’ün kendisinin olmadığı adeta dine dönüşen bir Atatürkçülüktü savundukları.
Asistan olduğum yıl başörtülü sınıf arkadaşlarımdan birisi okulu bitirmeye çalıştı. Sık sık okula gelerek peruğunu takıp sınavlara girmeye çalışıyordu. Elimden geldiğince yardımcı olmaya çalıştım. Okulu bitirip bitiremediğini hatırlayamıyorum ama sonunda yurt dışına gitmişti. Hatırladığım kadarıyla çok sayıda kız öğrenci öğrenimlerini tamamlamak için yurt dışına gitmek zorunda kaldı.
Aileleri bile alınmadı
Yasaklar sürerken üniversite yeni mezunlar verdi. Bu sefer birinci başörtülü değildi ve yönetim mezuniyet töreni yapmaya karar verdi. Ancak başka bir garabete daha imza attılar. Öğrencilerin ailelerinden başörtülü olanları üniversiteye ve tören alanına sokmadılar. Kapıda nineler, başörtülü anneler ağlaya ağlaya çocuklarını, torunlarını görmeye çalışıyordu. Yıllarca tırnaklarıyla kazıyarak çalışıp okuttukları çocuklarının mezuniyetlerini görmek, gururlanmak, kıvanç duymak tek arzularıydı fakat yollarını jandarma kesti. Bu yasak esnasında en çok o gün utandığımı ve üzüldüğümü söyleyebilirim. Başörtülü değildim ve okula rahatça girip çıkabiliyordum halbuki aynı sırada oturduğum arkadaşlarım bunu yapamıyordu. O günlerde çok kızgın olduğumu hatırlıyorum. Üniversitedeki bu kötü günlerin arkasından 2001 ekonomik krizi geldi. Asistanlığın ilk yılında maaşım rahat rahat yeterken kriz sonrası masraflara yetişemez oldum ve ev değiştirdim. Daha ucuz bir eve taşındım. Memleket çok kötü durumdaydı, bankalar batmıştı insanlar bankaların önünde kendilerini yerden yere atıyordu. Şirketler iflas ediyor batan insanlar intihar ediyorlardı. Kötü günlerdi. Kaybeden, dışlanan, baskı altına alınan, yasaklanan insanlar için gerçekten çok kötü günlerdi. Akademik kariyerime devam etmeye çalışıyordum. Yüksek Lisans tezim başarılı bulunup jüriden geçtikten sonra akademik kariyerimin devamı için doktoraya başlamam gerekti. Tam doktora için başvuracakken siyasi bir karar daha aldılar. Merkez üniversitelerdekiler hariç taşra üniversitelerinde eğitim alan ve doktoraya başlayacak herkes doktorasını merkezdeki üniversitelerden birisini seçerek yapacaktı. Hali hazırda doktora yapanlar da doktora yaptıkları merkez üniversitelere doktoraları bitene kadar madde otuz beş vasıtasıyla atanacaklardı. Eskiden doktora olmayan taşra üniversitelerinde merkezdeki üniversitelere gidip gelerek, yani oraya taşınmadan doktora yapmak mümkündü. Bir sene ders aşaması oluyordu ve dersler bitikten sonra arada danışmanı ziyaret ederek öğrenci doktorasını tamamlayabiliyordu. Fakat bu karardan sonra herkesi, yani doktora yapan bütün asistanları merkez üniversitelere çektiler. Evli olan, çocukları olan arkadaşlarımız vardı. Ailelerini bırakıp doktora yaptıkları üniversitenin bulunduğu şehirlere taşındılar. Doktora uzun bir süreçtir. Bazen 6-7 yıl sürebilir. Özellikle sosyal bilimler alanında tez yazmak uzun yıllar ister. Uzun yıllar ailelerinden ayrı kalan bazı asistan arkadaşlarım bu süreçte boşandılar. Aileleri dağıldı. Ben bekardım, saçım açıktı dolayısıyla yasaklar bana çok fazla vurmamıştı ancak başka şehirde doktora yapmanın şartlarını yerine getirmek kolay olmadı. Çünkü başka şehirde doktora yapmaya gönderdiğinde üniversite dönmemi ve orada çalışmamı garanti altına almak istiyordu. Dolayısıyla doktoraya gitmek için başvurduğumda önüme bir senet çıkardılar. Senet bana doktora yaptığım süre boyunca ödenen bütün maaşları ve masrafları faiziyle ödetmek üzere hazırlanmıştı. İki tane de kefil isteniyordu. Arkadaşlarla bir hesap yaptık faiziyle birlikte senette istenen para o günün parasıyla neredeyse yüz bin liraydı. Ben o güne kadar daha on bin lirayı bir arada görmemiştim. Babamın öğretmen maaşından arttırdığı para ile zorluklarla okumuş, okuduğum üniversitede de asistan olmuştum. Bu senedi imzalasam bile kimse böyle bir rakama kefil olmazdı. Oraya koş buraya koş kimse kefil olmuyor en sonunda ablama gittim, ortağıyla kefil oldular. Şirketlerinde gerekli belgeleri hazırlayıp bana verdiler. İlk kefil tamamdı da ikinciyi nereden bulacaktım. Benim gibi bir asistan arkadaş daha vardı o da ikinciyi bulamamış artık doktoradan umudu kesmiş kara kara düşünüyoruz. Bir de gidelim Hüsamettin Hoca’ya (Arslan) soralım dedik. Ret cevabı alacağımızı düşünerek ona sorduk. Hiç unutmam, rahmetli Hüsamettin Hoca “Tamam, ben olurum” dedi. “İyi hocam ama bu senet neredeyse yüz bin liraya çıkıyor yine de kabul ediyor musun?” dedik. “Ediyorum” dedi. Sevinçten havalara uçuyoruz. Hemen koşup haber verdik senetler imzalanacak diye. Bize rektörlüğün odasında imzanın atılacağını söylediler. Hüsamettin Hoca ile rektör yardımcısının odasına gittiğimizde Hüsamettin Hoca rektör yardımcısına “Bu çocuklar kefil bulamamışlar ben kefil oluyorum” dedi. Rektör yardımcısı, “Hocam bunlar geri gelmezse maaşınıza el koyarız yine de kabul ediyor musunuz?” diye sordu. Ben orada iş bozulacak diye titriyorum sesimi de çıkaramıyorum. Hocam “Olsun imzalarım” deyince içimden bir oh çekmiştim.
Şeriatı engellemek için…
Bütün bunlar şeriatı engellemek üzere yapıldı. Asistanlar merkezdeki üniversitelerden doktoralarını alırlarsa şeriat engellenecekti. Şeriata eğilimi olanların siyasi görüşlerini merkez üniversitesindeki hocalar sözde değiştirecekti. Şunu itiraf etmeliyim: Ben 28 Şubat kararlarından gerçekten etkilenenlerden biri değilim. Bir sürü insanın hayatı mahvoldu. Ailelerini kaybettiler, baskıyla işlerinden oldular, intihar edenler oldu. İnançları yüzünden hapiste çürüyenleri gördük. Ben gerçekten etkilenmedim yalnızca hayatım şehir değiştirmek zorunda kaldığım için ordan oraya biraz daha dağıldı, bazı saçmalıklarla uğraşmak zorunda kaldım, doktorada imzaladığım senedin ağırlığını üzerimde yıllarca taşıdım ve iki paralık olan asistan maaşımla ekonomik olarak zarar gördüm. Bunlar diğer insanların yaşadıkları yanında kocaman bir hiçtir. Sonuçta öğrenimime devam ettim ve bugün profesörlük kadrosunu bekleyen bir akademisyen oldum. Eğer başım kapalı olsaydı bugünkü yerimde olmam mümkün olmazdı.
Bir nesil heba oldu
Neticede bir nesil heba olup gitti, hayalleri çalındı. Gelişmekte olan ülkemiz belki bir elli – yüz yıl geriye gitti. Diyebilirim ki, toplumun bir kesimini gericilikle suçlayanların asıl kendileri gericiydi. Toplum hayatı ritüellerle doludur. Bu, sosyolojik bir realitedir. Bu ritüeller ister geleneksel ister seküler olsun sonuçta dinseldir. Cumhuriyet törenleri, askeri seremoniler, hukukçuların seremonileri, stadyumdaki ritüeller, hepsi ritüeldir ve dinseldir. Dinsel ritüellerle seküler ritüellerin tek farkı, ikincisinde aşkın bir Tanrı’ya inanışın bulunmamasıdır. “Hukukçuların seremonilerinde gördüğümüz ritüel” diyordu Hüsamettin Arslan, “seküler bir ritüeldir ve dini ritüelden işlem olarak tek farkı var. Bu seküler hukukun bir meta dünyası yok, bir aşkın dünyası yok. Aşkın bir Tanrı’ya inanmıyor, meleklere inanmıyor, öte dünyaya inanmıyor. Onun için her şey bu dünyada ama o da bir ritüel. İşin ilginç tarafı hukukçuların Türkiye tarihinde kendi ritüellerini görmezlikten gelerek dini ritüelleri üfürükçülükle niteleyerek Anadolu’da cadı avına çıkmış olmalarıdır. Güzel de onlarınki ritüelse, seninki de ritüel. Tek farkı seninkinin seküler yani dünyevi ritüel olması. Öbürünün de dini, manevi ne dersen de bir ritüel olması.” (Hüsamettin Arslan, Meselelerimizi Konuşmak, Seçil Ofset, 2020, s.119) Arslan, “modernler, insanlık tarihindeki en mutlu, en ileri ve en doğru düşünen kişilerin kendileri olduğunu düşünürler. Bu da modernlerin kibridir” derken 28 Şubat’ı bu kibrin zirveye vardığı anlardan birisi olarak değerlendirebiliriz. Her şeyi elitler biliyordu. Halk cahil ve geri kalmıştı. Neticede 28 Şubat post-modern darbe değil, milletin iradesine indirilmiş gerçek bir darbeydi.
Doç. Dr. Bengül Güngörmez / Bursa Uludağ Üniversitesi
bengulg2000@gmail.com
27.o2.2021, Star, Açık Görüş
https://www.star.com.tr/acik-gorus/28-subati-dogru-anlamak-haber-1612889/