Peki, ‘Türk çoğunluk’ ne istiyor?

Bu yazı Zaman Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.

 

Kürt meselesinin aslında bir ‘Türk meselesi’ olduğu çok söylendi. Öyle çözüm sürecinde ‘Türk meselesi’ çıkarmaya niyetli olanların yazdıklarını kastetmiyorum. ‘Bu iş çözülecekse Türklerin dahli ve iradesiyle çözülecektir’ tespitini yapanlardan söz ediyorum.

Konuyu Mümtaz’er Türköne bir paradoks olarak niteleyerek izah etti: “Meselenin demokrasi içinde çözülmesi, çoğunluğun desteği ile çözülmesi demek… Çoğunluk, azınlığın sorunu hakkında bir hüküm verecek… Türk lafzının, sayıca çok olanları, Kürt lafzının da sayıca az olanları ifade ettiğini, dolayısıyla Türklerin Kürtlerin sorununu çözme sorumluluğu ile karşı karşıya olduğunu unutmayalım.”

Türköne’nin bu tespiti çok önemli. Meseleyi şiddetten arındırıp siyasetin bir konusu haline getiriyorsak, siyaseti de demokratik yöntemler ve süreçler üzerinden yapıyorsak son sözü toplum söyleyecektir. O toplum da Türklerden oluşan bir  ‘çoğunluk.’ Yani, PKK’nın silah bırakması, mensuplarının dağdan inmesi, Kürtlerin siyasal ve kültürel zeminde kendilerini bu ülkenin eşit yurttaşı hissetmesi, bütün bunlar ‘Türk çoğunluğun’ kararıyla ve onayıyla olacak. Dolayısıyla ‘Kürtler ne istiyor?’ sorusu, çözüm sürecinde ‘Türkler gerçekten ne istiyor?’ sorusuna dönüşmüş durumda.

Bu, ilk anda sanılanın aksine ‘Türkler’in kaygı duyacakları bir soru değil. Aksine, çoğunluğun kabulünü ve onayını almak adına Kürt taleplerini makul demokratik bir çerçevede tutacak bir durum. Kararı ‘Türk çoğunluk’ verecekse, Türköne’nin dediği gibi ya ‘az olanların’ da hukukunu gözetecek ya da onları inkar edecek.

Dolayısıyla çözüm sürecinde toplumun ‘doğru’ karar vermesini sağlayacak yöntemlere ihtiyaç var.

İmralı sürecinin hem en olumlu hem de en olumsuz yönü ‘liderler’ üzerinden gidiyor olması. Bu olumlu çünkü liderlerin güçlü, karizmatik, inandırıcı. Ayrıca sürecin hızla ilerlemesi şart. Toplumsal bir müzakere ve uzlaşma süreci yerine liderler arası bir mutabakat yoluyla mesafe almak hem daha hızlı hem daha kolay.

Ancak sürecin lider odaklı yürümesinin sakıncaları da var. Siyaset yoluyla ve demokrasi çerçevesinde bir çözüm arıyorsak nihai karar mercii aslında toplumun kendisi. Uzlaşan liderler sonunda ‘halka gitmek’ ve onay almak zorundalar. Sürecin sonunda toplumdan destek bulmayan bir siyasal aktörün bulduğu ‘çözüm’ uygulama şansı bulamayacaktır. Süreci yürüten aktörler sonunda toplumdan da destek ve onay alacaklarını düşünüyorlar. Ama toplumu hazırlayacak, onları çözümün bir parçası haline getirecek daha ‘doğrudan’ yöntemler kullanılmalı.

Neden mi? Barış sürecinde iki taraf da kararlı, sonuca ulaşmaya istekli. Şiddet içeren provokasyonlar bile bu inancı ve kararlılığı sarsamaz, aksine güçlendirir. Sürecin ilerlemesine ilişkin tek risk toplumun algısı, tepkisi ve tutumu. Taban desteğinin azaldığını gören hiçbir politik aktör sürece devam edemez. Bu nedenle süreci lider odaklı götürmek kadar toplumsal paydaşların da katkıda bulunacağı, içinde yer alacağı, kendini karar verici bir aktör olarak göreceği mekanizmalar geliştirmek gerek. Toplumu hazırlamadan, sürece katmadan ‘liderler’ tek başlarına ne kadar ilerleyebilir?

Süreç toplumun izin verdiği kadar ilerler. Liderler topluma bakarlar. Tabanlarının ilerisinde bir çözüm üretmelerini beklemek haksızlık olur. Dolayısıyla çözüm sürecinde test edilen aynı zamanda ‘toplumun’ demokratik olgunluğu.

Şimdiye kadar Kürt kimliğini bastıran, Kürtleri inkar eden devletti. Bildiğimiz Kemalist, vesayetçi ve otoriter devlet. Çözüm sürecinde ise devlet topluma soruyor: ‘Kürtlerle nasıl yaşayacağız?’ Artık bundan sonrası devletin değil toplumun kararı olacak. Bakalım toplum ‘bildik’ devlet refleksi mi gösterecek, yoksa herkes için ‘hak, hukuk, eşitlik, adalet’ mi diyecek?

 

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et