Geçtiğimiz hafta ani bir ölümle aramızdan ayrılan Defne Joy Foster’ı gıyaben dahi tanımıyordum.
Popüler kültüre bir türlü vakıf olamadığımdan, ne Foster’ın kariyerinden ne de katıldığı “Yok Böyle Dans” yarışmasından haberim vardı.
Yine de genç kadının ölümüne, hele de ardında iki yaşında bir minik bırakarak dünyadan göçmesine üzüldüm. Allah taksiratını affetsin ve rahmet eylesin. Benim açımdan denecek başka bir şey yok.
Ama bazı yazarlar farklı düşünüyor olmalı ki, son günlerde “arkadan konuşma” boyutuna varan bazı tatsız cümleler okuduk Bu işte en ileri gidenin “çağdaşlığı” ve “Atatürkçülüğü” ile meşhur bir zat olması da sanırım epey öğretici oldu. Dilerim “endişeli modernler” buradan bir ders çıkarırlar da, hep muhafazakarlara atfettikleri “ahlak polisliği, cinsiyetçilik” gibi problemlerin aslında genel bir “Türkiye sorunu” olduğunu anlarlar.
Fakat bu konularda muhafazakarların nasıl düşündüğü ve davrandığı da önemli kuşkusuz.
O cenahtan duyduğumuz bazı yorumlar, “Defne Joy olayı”nın bir “alkol, eğlence, aşk, seks, aldatma” tablosu sunduğunu ve bunun genç yaşta ölümle sonuçlanmasının pek bir ibretlik olduğunu savunuyor.
Bunun “laik yaşarsanız hızlı ölürsünüz” basitliğinde anlatılması ve anlaşılması kuşkusuz çok yanlış olur. Çünkü “zamansız ölüm”lerin laikleri tercih etmek gibi bir adeti yok. Ölümcül kazalar ve hastalıklar, meyhane müdavimleri veya ateistler kadar dini bütün insanları da vurabiliyor.
Ama dindarlığın insana huzurlu ve dengeli bir hayat kazandırdığı ve onu tutkularının peşinde felaketlere sürüklenmekten koruduğu da pekâlâ söylenebilir.
Zaman gazetesi yazarlarından Ali Ünal da köşesinde bu noktayı vurgulamış. İslam’ın “nefsanî tatmin özgürlüğünü sınırlama” ilkesinden söz etmiş. Şu hatırlatmayı da yapmış:
“Fert ve toplum sadece özgürlüklerle değil, özgürlükleri de sınırlayan ve şekillendiren sorumluluklar ve değerlerle inşa edilir ve ayakta kalır.”
Evet, kuşkusuz öyle.
Ama burada kritik bir soru var: Özgürlükleri sınırlayacak, onları “sorumluluklar ve değerlerle” düzenleyecek olan güç, Müslüman bireylerin vicdanı ve bunu güçlendirecek olan “sivil toplum” mu?
Yoksa “kamu otoritesi”, yani devlet mi?
Örneğin, “içki içmeyeceksin” hükmü, dindarların kendi rızaları ile uyduğu ve birbirlerine tavsiye ettiği bir “ahlaki kural” mı olmalı? Yoksa devletin “içki yasakları” yoluyla dayattığı bir kanun mu?
Soru şöyle de genelleştirilebilir: Özgürlüğün Müslümanca sınırları, Müslümanların hür iradeleriyle mi çizilmeli, yoksa otoriter bir devletin (yahut “mahalle”nin) baskısıyla mı?
Buradaki kritik ayrım, muhafazakar zihinde galiba henüz o kadar netleşmedi. O yüzden de bazı muhafazakarlar, kendi değerlerini kamu otoritesi üzerinden genelleştirmekte sakınca görmüyor.
Böyle düşünenlerin, liberalizmi “nefsanî özgürlükleri kışkırtmakla” suçlaması, yani sürekli olarak “hedonizm”le (hazcılıkla) karıştırması da galiba bundan.
Oysa liberalizm, avami tabirle, “yiyin, için, kudurun” telkininde bulunmaz size. Sadece, başkalarına zarar vermediğiniz sürece, isterseniz böyle “limitsiz” yaşayabileceğinizi, isterseniz de alabildiğince mazbut olabileceğinizi, kendi özgürlüğünüzü kendi iradenizle sınırlayabileceğinizi söyler. Ve nasıl yaşarsanız yaşayın, sizi devlet baskısından korumaya çalışır.
Peki modern çağın Müslümanları için, böylesi bir liberal demokratik düzen mi iyidir? Yoksa dini yasaklarını resmi yasaklara dönüştüğü bir “din devleti” mi?
Ve acaba bir “din devleti”, sahici bir dindarlık mı yaratır, yoksa iki yüzlülük ve “münafıklık” mı?
İran toplumuna bakın, cevabı görün…
Star, 09.02.2011