Türkiye’de en nadir başardığımız işlerden biri, karmaşık meselelerin içindeki nüansları görmek ve ona göre dengeli bir tepki vermek.
Son haftalardaki “Kürt talepleri” karşısında çıkan zıt Türk sesleri de, bu alanda fazla istisna yaratmadı.
Bir tarafta, Genelkurmay’dan Yargıtay Başsavcısı’na, oradan kimi gazetelere uzanan bildik Türkçü tepki var: Kürt kimliği adına dile getirilen taleplerin hepsi kötü, hepsi bölücü.
Öte yanda ise, çoğu sol eğilimli olan kimi “liberal”lerin, “özerklik” ve “federasyon” gibi siyasi modelleri peşinen “demokratik” zanneden, dahası PKK’nın totaliter potansiyelini göz ardı eden saflığı var.
Oysa karşımızdaki talepler yumağının içinde bence iki ayrı eksen var ve bunları birbirinden ayırmak lazım.
Birincisi, Kürtçe’ye toplumsal hayatta tam serbestiyet talebi. Bunda bence pek bir sorun olmadığı gibi, tartışılacak fazla bir şey de yok. Çünkü bir anadilin hayatın her alanında kullanılabilmesi doğal bir “ hak”. Türkiye Cumhuriyeti’nin bu hakkı 80 yıl boyunca çiğnemiş olması ise, hem zorbalık, hem de Kürt vatandaşların ülkeye aidiyet hissini yaralayan akılsız bir “bölücülük.”
Fakat “özerklik”, doğal bir hak değil, siyasi bir talep. Ve, AK Parti’den Ömer Çelik’in haklı olarak vurguladığı gibi, “özerk bölgeleri olmayan devletler daha az demokratik olur” diye saçma bir kural yok. AB üyesi ülkelerin çoğu bizim gibi üniter.
Diyarbakır’daki “Demokratik Toplum Kongresi”nin nev’i şahsına münhasır “özerklik” taslağı ise, “demokratik” etiket taşıyan, ama düpedüz totaliter içeriği olan proje.
Neden mi? Çünkü Öcalan’ın cümlelerinden yola çıkarak hazırlanan taslakta, Kürt bireylerin hak ve özgürlüklerini genişletecek bir liberal demokrasi vizyonu yok. Aksine, Kürt toplumunu “köy komünleri”nden başlayarak PKK ideolojisine göre örgütleyecek “Stalinist” bir ütopyanın izleri var.
Bir başka deyişle, Taraf gazetesi yazarı Kurtuluş Tayiz’in isabetle yazdığı gibi, bu, “PKK’nın bölge üzerinde kurmak istediği egemenliğin siyasi formülü.” Asıl, “PKK’ya karşı olan Kürtlere karşı” ve “Kürt bölgesinde PKK’yı tek otorite haline getirme” amacını güdüyor.
Taslağın satır aralarını örgüt jargonunu deşifre ederek okuyunca bu durum iyice sırıtıyor. “Özerk Kürdistan”da neler olacağını müjdeleyen şu sözlere bakar mısınız:
“Şehir, kasaba, mahalle ve köyde yaşayan tüm halklar faşist, gerici ve soykırımcı saldırılara karşı bilinçli ve duyarlı olur, öz savunma esasında bu yönelimler karşısında toplumsal direnişi ifade eder .”
Yani, “öz savunma güçleri” adı altında yerel ordu haline gelecek olan PKK militanları, “faşist” ve “gerici” diye yaftaladıkları muhaliflerini tasfiye ederler.
Daha Türkçesi, bölgede etkili olan dini cemaatleri, tarikatları ve muhafazakâr sivil toplum girişimlerini ezer, belki yeni “imam cinayetleri” ile dindarları iyice indirirler. Belki PKK’nın “kapitalizm” alerjisi uyarınca “Kürt burjuvazisi” de tasfiye edilir, totaliterizmin en emin yolu olan “kollektivist” ekonomiye geçilir. Bu arada “Öcalan’ın gençleri” de, Önderlik’e yan bakanların “ağzını yırtmaya” devam eder.
İşte söz konusu “özerklik taslağı”, asıl Türkiye’nin güneydoğusunda böyle bir düzen yaratabileceği için risklidir. Kürt vatandaşlarımızı, yağmurdan kaçarken doluya maruz bırakabileceği, yani Ankara’nınkinden bin beter bir otoriterliğe esir edebileceği için tehlikelidir.
Unutmayalım, yakın tarih, “halkın kurtuluşu”na öncülük eden hareketlerin, sonra o halkın bireyleri üzerine kurdukları diktatörlüklerle doludur.
PKK’nın bundan farklı bir şey yapacağına nasıl inanalım?
Star, 27.12.2010