1535 yılında İngiltere’nin Katolik kilisesinden ayrılmasına karşı çıktığı için idam edilmeden hemen önce, zindanda kendisini ziyarete gelen dostlarına, kendi akıbetinden çok, doğudan yükselen “Türk tehdidi” hakkındaki endişelerini dile getiren meşhur Ütopya yazarı Sir Thomas More’dan da bahsetmiyorum. Aynı şekilde, 1565 yılında gerçekleşen Malta Muhasarası başarısız olunca “şükür ayinleri” talimatı veren Malta’dan binlerce kilometre uzaktaki İngiliz Kilisesi’nin başpiskoposunu söylemiyorum. Hayatında hiçbir Türk ile karşılaşmamasına ve Manş Denizi’ni bile geçmemesine rağmen 17. yüzyılda “Türkler dünyanın terörüdür.” diye yazan Richard Knolles’u ya da Türklerin arkadaşlık duygusundan yoksun olduğunu ileri süren İzmir konsolosu Paul Rycaut’yu da işaret etmiyorum. 18. yüzyılın başında yazan Saint Pierre’den aynı yüzyılın sonlarına doğru yazan Rousseau’ya kadar bir tür Avrupa Birliği projesi ortaya koyarken projenin meşruiyetini hep “Türk tehdidi”ne karşı koymakla izah eden bütün Fransız yazarlarından söz etmiyorum. 19. yüzyılın ikinci yarısında Türkleri insanlığın en alt kategorisi olarak tanımladığı “vahşi” grubuna koyan hukukçu yazar İskoç James Lorimer ve İstanbul’da 30 yıldan fazla yaşayan ve 1905’te Türklerin “tahripkâr bir güç” olduğunu yazan Sir Charles Elliot’a da değinmeyeceğim. İlaveten, 15. yüzyıldan 18. yüzyıla kadar çocuklarını uykuya götürmek için “Türkler geliyor!” diye korkuttukları rivayet edilen Avrupalı anneleri hatırlatmıyorum. Son olarak, yukarıdaki örneklerle ve son devrin milliyetçilik ideolojisiyle inşa edilen olumsuz Osmanlı algısının farkında olan ve bu nedenle de Ortadoğu’da ve Balkanlar’daki yönetici elitleri küstürmemek ve Türkiye’nin münasebetlerine ve menfaatlerine halel getirmemek için “biz Osmanlı, yeni-Osmanlı, Osmanlıcılık” demedik, demiyoruz diye feryat eden Başbakan’ı ve Dışişleri Bakanı’nı ise hiç kastetmiyorum. Zaten yukarıdaki örneklerin çoğunun mesnetsiz ve manipülasyon amaçlı olduğunu daha 18. yüzyılın başlarında İstanbul’daki İngiliz Sefiresi ve edibe Lady Mary ilk elden gözlemlerle ortaya koymuştu. Bütün bu olumsuz nitelemelerin kitleleri kontrol ve mobilize etmek için yöneticiler ve onlarla organik bağı olan elitler tarafından bilinçli olarak yapıldığını düşünmemiz sanırım yersiz değil. Gerçi 16. ya da 18. yüzyıllarda Avrupa’da sokaktaki insanın Osmanlı-Türk algısının ne olduğunu ölçen günümüzde yapıldığı gibi herhangi bir kamuoyu araştırması yok, ama Toynbee’nin ifadesiyle Balkanlar’da ve başka bazı Avrupa ülkelerindeki halkların “Papa’nın şapkasındansa Sultan’ın sarığını” tercih ettiklerine ilişkin elimizde dikkate değer ölçüde delil var.
KLASİK OSMANLI DÜZENİNİN PARAMETLERİ
Lakin gerek Avrupa tarihinden örneklediğim birikimin neticesinde gerekse son devrin milliyetçilik ideolojisi ve ulus-devletçi elitlerince oluşturulmuş olan bir olumsuz Osmanlı algısı mevcut. Büyük ölçüde kasıtlı olarak ve geriye dönük değerlendirmelerle oluşturulmuş olan bu algının dibinde bir “Osmanlı korkusu” var ve kastettiğim korku sahipleri de bunlar. Bu korku sahiplerini söylemeden önce klasik Osmanlı düzenine ilişkin bazı belirlemeleri tekrarlamakta fayda var. Klasik Osmanlı düzeninin hem iç siyaset hem de dış siyaset için öngördüğü üç temel parametre var bence: Birincisi adalettir, yani herkesin hakkının ve hukukunun teslimidir. Bu, İbn Haldun’dan yola çıkarak 16. yüzyıl Osmanlı yazarlarının formüle ettiği “adalet dairesi” argümanıyla sarih olarak ifade edilir. Sadece bu teoride adaletin tesisinin; hanedanın, askeriye ve ilmiyenin, reayanın ve bunların refahının ve ahenginin temelini oluşturduğunu belirtmekle yetineceğim. Klasik Osmanlı düzeninin üzerine bina edildiği adalet dış siyasette de önemli bir ilke olmuştur. Yani Osmanlı, başkalarının da hakkını ve hukukunu gözetmiştir. Herkesin hakkının ve hukukunun teslimi gereği, Avrupa’nın aksine Osmanlı’da çevreden merkeze bir kaynak müsaderesi de yoktur, sadece alınan vergiler vardır ve onların da sayısı bellidir, günümüz ulus-devletlerinin aldığı vergilerle kıyaslanamaz bile. Şüphesiz refahı etkileyen miras hukukundan ticaret yollarının değişmesine kadar bir sürü faktör vardır. Yine de 1830 yıllarda Balkan köylerini dolaşan Sir Adolphus Slade bu köylerde tanık olduğu refahı hiçbir Batı Avrupa köyünde görmediğini yazar. Klasik Osmanlı düzeninin ikinci parametresi, aslında birincinin yani herkesin hakkının ve hukukunun teslimi ilkesinin devamı olan, çoğulculuktur. Başka bir deyişle herkesin aidiyetinin tanınmasıdır. Millet sistemi bunun ifadesidir. Yani, Osmanlı düzeninde Türk, Arap, Rum, Ermeni, Macar, Sırp, Berberi, Acem, Yahudi, Müslim, Musevi, Ortodoks, Katolik, vs. hepsi vardır ve kendisi olarak vardır. Öyle ki bunu Osmanlı’ya hiç de hayırhah bakmadığını yukarıda örneklediğim Sir Charles Elliot bile itiraf eder ve Balkanlar’daki ve Güney Avrupa’daki halkların aidiyetlerinin Osmanlı Türkleri sayesinde korunduğunu söyler. Osmanlı’nın çoğulculuğu sadece klasik dönemde değil son döneminde bile kayda değerdir. Klasik Osmanlı düzeni sadece çoklu aidiyet birimlerini tanımak anlamında değil, kendisini de bizatihi çoklu aidiyetle tanımlamıştır, başka bir ifadeyle Osmanlı bir terkiptir, hem Türk’tür, hem Müslüman’dır ve hem de Rum yani Romalıdır. Türk olarak (Orta) Asyalıdır, Müslüman olarak Ortadoğuludur ve Rum olarak da Avrupalıdır. Osmanlı’nın bu çoğulcu niteliğidir onu cihanşümul ve kozmopolitan yapan.
Klasik Osmanlı düzeninin üçüncü parametresi iktidarın sınırlanması, mutlak gücün reddidir. Her şeyden önce Osmanlı’da kaynakların merkeze müsaderesi olmadığı için merkezin Avrupalı merkantilist devletler gibi bir mutlak iktidarı yoktur. Dahası idari olarak da farklı yerel birimlere verilen otonomi düzeyi zaman içinde değişse de Osmanlı’nın hiçbir zaman yekpare merkezi bir İmparatorluk olmadığını, yani değişik birimlerin toplamı olduğunu gösterir. Ayrıca imparatorluğun farklı zümreleri (ulema, eşraf, askeriye gibi) arasında bir yetki paylaşımı söz konusudur. Özetle her ne kadar Sultan en yüce otorite olarak teoride tanınsa da, zümreler ve birimler arasında bir denge vardır. Bu bahiste son olarak Osmanlı’nın cihan hâkimiyeti iddiasının sadece cihana hükmeden değil aynı zamanda cihana hakemlik eden anlamında olduğunu ve padişaha söylenen “Mağrur olma padişahım, senden büyük Allah var.” ifadesini hatırlarsak Osmanlı’da mutlak iktidar kavramının olmadığını görürüz.Yaptığımız analiz çerçevesinde Osmanlı’dan kimlerin korktuğunu artık ortaya koyabiliriz. Öncelikle Osmanlı sonrası kurulan ve kendilerini Osmanlı’yı ötekileştirerek meşrulaştıran ulus-devletler ve onların yöneticileri ile onlarla menfaat ya da ideolojik olarak eklemlenmiş olan elitler. Göreli olarak baktığımızda Osmanlı’nın sağladığı adaleti, hukuku, refahı ve huzuru kendi vatandaşlarına hâlâ sağlayamamış olan, ayrımcı sınırlar ve hem karşılıklı olarak birbirlerini hem de Osmanlı geçmişini ötekileştirerek kendi iktidarlarını sürdüren elitler elbette klasik Osmanlı düzeninden endişe ederler. Bunlar aynı zamanda aidiyetin çoğulculuğuna karşı türdeşliği savunurlar. Bir an düşünelim. Klasik Osmanlı düzeni benzeri bir düzende Türkiye’de biz Kürt ya da Ermeni meselesi veya laiklik sorunuyla uğraşır mıydık? Osmanlı’dan korkan ikinci grup Avrupalılar veya Batılılar diyebiliriz. Bunun iki nedeni var. Birincisi Avrupa’nın tarihte oluşturduğu Türk imgesinden hâlâ kurtulamaması yani tarih kurgusunun ipoteğinde yaşaması. İkinci neden ise Avrupa’nın hâlâ bunca evrensel söylemlerine rağmen klasik Osmanlı düzeninin çoğulculuğunu kozmopolitanlığını yakalayamamış olması. Yani aynen ulus-devletler gibi AB ile gerçekleştirdiği bunca kazanıma rağmen klasik Osmanlı karşısında eksikliğini görmesi. Osmanlı’dan korkan son bir grup ise tarihi ve toplumu indirgemeci, Avrupa-merkezci ve modernist yaklaşımlarla analiz eden entelektüeller. Kolay ve evrensel bir şekilde olguları açıkladıklarını sanan “sosyal bilimciler” kullandıkları kavramsal kategorilere sığmayan Osmanlı’dan hazzetmezler.
Bu yazı ile klasik Osmanlı düzeninin bir “ideal” olduğunu savunmuyorum. Sadece göreli olarak bakınca Osmanlı sonrası ulus-devletler ve düzenden daha makbul olduğunu söylüyorum. Şüphesiz günümüzde Osmanlı’nın yeniden dirilmesi diye bir şey mümkün değil. Ama bahsettiğim ilkeler (adalet, çoğulculuk, iktidarın tahdidi) kullanabileceğimiz düsturlar. AB bunu bir ölçüde yaptı. Türkiye, Osmanlı tecrübesiyle bir yandan AB’nin daha çoğulcu bir karakter kazanmasına katkıda bulunabilir, diğer yandan da yakın çevresinde refah ve özgürlüğün artmasına katkıda bulunabilir. Bunun adına birilerinin “yeni-Osmanlıcılık” demesi iktidar sahiplerini ve onlara eklemlenmiş elitleri endişelendirir, ama halkları değil.
Zaman, 16.01.2011