Bir ülkede siyasal yapıyı inşa eden, devlet iktidarının hukuksal meşruiyetini yaratan, aynı zamanda onu sınırlayan bir toplum sözleşmesinin akdedilmesi, kısacası anayasanın yapılması faaliyetinin adıdır kuruculuk. Kurucu iktidar, bu süreci yöneten ve başarıyla sona erdiren “güç”ü tanımlar.
Kuşkusuz yukarıdaki tanım demokratik kuruculuğa daha çok uymaktadır. Çünkü siyasal yapıyı inşa etmekle birlikte, anayasayı bu devlet iktidarının sınırlandırılmasından çok, tüm hukuksuzlukların kılıfı ve gerekçesi olarak kurgulayan; toplum sözleşmesinden çok, toplumu biçimlendirme ve belirli ideolojik hedeflere doğru yönlendirme aracı olarak tasavvur eden kuruculuk faaliyetleri de vardır. Peki, kim bu kurucular?
Aydınlanma döneminden önce insanların Tanrının öngördüğü ve düzenlediği bir düzen içine doğdukları ve bu düzenin insanoğlunun tasarrufuna kapalı olduğu anlayışı egemendi. Siyasal iktidar düzeneğinin ortaya çıkışı tanrısal veya doğal hukuk gereği olarak insanoğlunun yanıtlayabileceği bir soru değildi. Kurucu Tanrı idi, temel siyasal kararlar onun tarafından ebedileştirilmişti ve insanların yalnızca bu kararlara boyun eğme, bu iradenin izinden yürüme yükümlülüğü vardı.
Tanrısal anayasalar
Ancak insan merkezli dünya tasavvurunun yerleşmesiyle birlikte, toplumların içinde yaşadığı “siyasal” düzenin Tanrı tarafından sonsuza kadar değişmez bir şekilde yaratılmadığı, aksine bu siyasal düzenin insanın sorumluluğuna bırakıldığı düşüncesi öne çıkmaya başladı. Burada hemen bir parantez açmakta yarar vardır: Bu aslında Aydınlanma düşüncesiyle doğrudan ilgilidir. Anayasa yapımıyla ilgili siyasal kararın insana ve topluma ait olduğuna ilişkin düşünce bütünüyle sekülerdir, bununla birlikte dinsel ve Tanrısal olanın reddini zorunlu kılmamaktadır.
Türkiye tarzı “Aydınlanmacı anlayış”ın kabullerinin aksine, bu düşünce Tanrısal ve inançsal olanın insani ve toplum hayatının bütünüyle dışına çıkarılmasının bir sonucu değildir. Aksine toplumun içinde yaşadığı ve onun yaşamını doğrudan etkileyen siyasal düzenin, yine insanın iradesinin bir ürünü ve onun sorumluluğunun yansıması niteliğinde olmasıyla ilgilidir. 18. ve 19. yüzyılda anayasacılık faaliyetleri yürüten ve anayasa yapan siyasal ve toplumsal aktörlerin sosyolojik analizi, bu aktörlerin toplumun esas itibariyle dindar ve muhafazakâr kesitlerine dayandığını gösterir. 20. yüzyılda hazırlanmış anayasaların çoğunun “Tanrı” ile başlaması, hatta 21. yüzyıla geçerken ulusal ve uluslararası düzlemde siyasal düzenin meşruiyet kaynağı olarak geçerliliğini koruyan “insan onuru” kavramının dinsel temele dayanıyor olması unutulmamalıdır. Bu kavram insanın Tanrının yeryüzündeki yansımasından kaynaklanan bir onura ve kutsiyete sahip olduğuna ilişkin inançtan kaynaklanmaktadır. İster çevre bilincinden, isterse gelecek kuşaklara karşı sorumluluk bilincinden bahsedilsin, modern çağın anayasacılık faaliyetleri önemli ölçüde metafizik motiflerle temellendirilebiliyor. “Sorumluluk ve irade” sahibi insan konsepti, yalnızca Hıristiyanlık bakımından değil, İslam bakımından, hatta tüm inanç sistemleri bakımından geçerli bir konsepttir. Zaten toplumların “dindar” veya “muhafazakâr” olarak tanımlayabileceğimiz çoğunlukların anayasaların temel dinamiğini oluşturması başka bir algıya imkân sağlamaz.
Bu geniş parantezi kapattıktan kuruculuk sorusuna yeniden dönelim. Artık hiçbir toplumda ve inanç sisteminde geçerliliği bulunmayan siyasal bir tanrısal kuruculuk anlayışında, siyasal düzen üzerinde toplumun ve bireylerin tasarrufu söz konusu olamaz. Bu irade tartışılmaz, iradeye uyulur. Bu anlayışta kuruculuk tarihsel olmakla kalmaz, kutsallık üzerinden tüm zamanları kontrol etme eğilimine girer. Tarihsel
kuruculuk dokunulmazlaşır ve değiştirilmez kılınır, bir bakıma ebedilik kazanır. Tarihsel kuruculuk gündelik olanı ve geleceği belirlemeye başlar. Tarihselliğinden kurtulup zamanı kuşatır.
İttihatçılık devri kapanıyor
Modern kuruculuk anlayışında da tarihsel boyut vardır. Buradaki tarihsel kuruculuk anayasayı ortaya koyan iradeyi anlatır. Tarihin bir döneminde yeni bir anayasa yapacak güce ve kudrete ulaşan muktedirler, anayasayı yaptıktan sonra sistem işlemeye başlar ve kurucular tarihe karışır. Anayasa, yapıcılarından bağımsızlaşır ve üst norm olarak yaşayan toplumun iktidar haritasını oluşturur; toplumun yorumlama ve değiştirme tasarrufuna bütünüyle açık hale gelir. Seküler bir siyasal sistemde, kuruculara herhangi bir kutsiyet atfedilmez. Kurucuların iradesi, yalnızca anayasa ile ilgili yorum farkının ortaya çıktığı durumda başvurulabilir bir iradedir. Ancak dikkat edilmesi gereken nokta, bu tarihsel iradenin yaşayan toplumun talep ve beklentilerini kriminalize edecek, onları gayrimeşru kılabilecek bir geçerliliğe sahip olmamasıdır. Aksi durum vaki ise artık sekülerlik/laiklik biter; kuruculuk kutsiyet üzerinden ebedilik kazanma eğilimine giren tarihsel kuruculuğa dönüşür. Sistem anakronikleşir. Tarihin bir dönemi kutsal referans olarak alınır. Anayasa ise demokrasi karşıtlığının referansına, tüm hukuksuzlukların kılıfı ve gerekçesine; toplum sözleşmesinden çok, toplumu biçimlendirme ve belirli ideolojik hedeflere doğru yönlendirme aracına dönüşür.
Kurucular, Türkiye örneğinde olduğu gibi bürokratik kurumlar ise, anayasanın yürürlüğe girmesiyle birlikte kendi kurdukları sistemin bir parçasına dönüşürler. Örneğin 27 Mayıs Darbesi’ni yapanlar 1961 Anayasası’nın yürürlüğe girmesiyle birlikte ömür boyu senatör olur. Cemal Gürsel Cumhurbaşkanı, darbeyi destekleyen yargıçlar yüksek mahkeme üyesi olur. Üniversiteler özerkleştirilip 27 Mayıs koalisyonunda yer alan akademisyenlere teslim edilir, basın mensupları devletin yayın organlarının şefi/müdürü, İsmet İnönü Başbakan olur. 1982 Anayasası’nın yürürlüğe girmesinin ardından da aynı tablo yaşanır. Kenan Evren Anayasa’nın öngördüğü bir Cumhurbaşkanına, diğer darbeci generaller ise Cumhurbaşkanlığı Konseyi Üyelerine dönüşür. Silahlı Kuvvetler yine anayasal organ halini alır.
Bu açıdan bakıldığında 1961 Anayasası ile 1982 Anayasası’nın fiili kuruculuğu 27 Mayıs ve 12 Eylül darbecileri olmakla birlikte, her iki darbenin ve sair darbe girişimlerinin motifinin, tarihsel bir kuruculuğa işaret ettiği çok açık. Bu da yüz yıllık bürokratik hegemonyadır. Anayasa pratikleri ve Anayasa Mahkemesi içtihatları kuruculuğun ebedilik iddiasında olduğunu; toplumsal özgürlük ve katılım taleplerini siyasal kutsallıkları araçsallaştırılarak gayri meşru ilan etmeye devam ettiğini göstermektedir. Kuruculuğun kendisini toplumsal ve siyasal dinamiklerden bağımsızlaştırdığı, zamanı aşan bir geçerliliği talep ettiği yerde laiklik iddiası da anlamsızlaşır.
Bu tarz kuruculuğun sona ereceği bir dönem başlıyor. Türkiye temel toplumsal, ekonomik ve siyasal sorunlarının mimarı sayılabilecek bu kuruculuğun ve öngördüğü siyasal yapılanmanın sona erdiği bir süreci yaşıyor. İttihatçılıkla başlayan 19. yüzyıl kuruculuğun yerini demokratik toplum kuruculuğuna bırakmasının zamanı gelmiştir.
Yeni kurucu irade artık toplumdur.
Star, 05.01.2011