HSYK seçimlerinin ardından gözler şimdi yeni HSYK’yla ilgili olarak Bakanlar Kurulu tarafından Meclis Başkanlığı’na sunulmuş yasa tasarısına çevrildi.
Bu tasarı taslak halinde Adalet Bakanlığı sitesinde kamuoyuna duyurulduktan sonraki tartışmalara bakıldığında, eski statü devam ediyormuşçasına eski siyaset tarzıyla bildik klişelerin tekrarlandığını görmek Türkiye için şaşırtıcı değildir.
Akademi dünyamızın bir hastalığı vardır. 1982 Anayasası’nın üzerinden 28 yıl, 1961 Anayasası’nın üzerinden ise 49 yıl geçmiş olduğu halde, darbe anayasalarını “sorunsuz bir veri” olarak görmek bir yana, ders kitaplarında halen “82 şöyle, 61 ise böyle” diye başlıkların bulunduğunu, adeta tarih durmuş gibi tartışmaların yapıldığını görürüz. Gittikçe anakronikleşen ve tarihin dışında kalan bu tutumu halen güncel tartışmaların merkezine yerleştirmek oldukça sorunludur. Kabul edelim ki Türkiye halen geçmişte yaşıyor. Siyasal ve sosyal sorunlarımız tarihin bir döneminde kalıplaşmış ve dondurulmuş kabullerin günümüzde geçerliliğini devam ettiriyor olmasından kaynaklanıyor. Evet, tarihi tartışırken bugünümüzü tartışıyoruz aslında. Tarihi, komplekslerden arınmış bir şekilde yeniden sağlıklı bir analize tabi tutup, olguları yerli yerine oturttuğumuzda, bugünün sorunlarının çözümüne önemli katkılar sağlamış oluruz. Siyasal ve sosyal sorunlarımız ve bu sorun zemini üzerine inşa edilmiş hukuk sistemi açısından bu saptama geçerlidir.
Tasarının sorunlu tarafları
Ancak anayasa veya yasa metinleri ve bu metinlerde yer alan normları, önermeleri ve sistem tercihlerini tartışırken, artık tarihe karışmış olan normlar geçerliymiş gibi kamusal bir tartışmayı yönlendirmeye çalışmak oldukça sorunludur. Bu nedenle Adalet Bakanı’nın kurulda bulunup bulunmamasının yanlışlığı veya doğruluğu konusu, HSYK Yasa Tasarısı ile ilgili tartışmada yer edinmemeli. Yeni HSYK’ya ilişkin değerlendirmelerde bulunurken, herkesin daha önce kendi kapalı dünyasında kurduğu sistematiğin dışına çıkması ve somut metinleri tartışması metodolojik açıdan daha doğrudur.
Önümüzdeki HSYK tasarısı hakkında metot sorununa ilişkin bir değerlendirmeyle başlamak gerekir. Yeni HSYK 1982 Anayasası’nın sistematiği, mantığı ve paradigması içinde yer alan, bu anlayışın bütünüyle dışında tutulamayacak bir kuruluştur. Aslında yüzyıllık geleneğin dışında değildir. Ancak Franko Rejimi’nde olduğu gibi, aynı sistemin parçası olmakla birlikte, bu sistemden çıkışın anahtarı rolünü üstlenebilecektir. Bu nedenle yeni HSYK aslında yalnızca “geçici” bir kurumdur. HSYK yasa tasarısı, HSYK’yı geçici bir kurul olarak, geçiş döneminin mantığına ve amacına uygun olarak yapılandırabiliyorsa “doğru” bir tasarı sıfatını hak eder.
Olumlu sayılabilecek bazı saptamaları şu şekilde sıralayabiliriz. Kurul kendi sekretaryasına, binasına ve kendi bütçesine kavuşmuş durumdadır. Kurulun üst yöneticisi pozisyonu Başkanvekiline verilmiştir. Müsteşarın üyeliği devam etmekle birlikte kurula katılmamak suretiyle müzakereleri bloke etme imkânı artık yoktur. Müsteşar daire başkanı seçilemeyeceği gibi, başkanvekili dahi olamayacaktır. Teftiş kurulu Adalet Bakanlığı’ndan alınarak doğrudan doğruya HSYK’ya bağlanmıştır.
Bu ve buna benzer bazı olumlu saptamaları, daha detaylı ve teknik bir incelemenin ardından üretmek mümkündür. Ancak tasarının bir kaç yönden sorunlu olduğunu belirtmek zorundayız.
Birinci sorun alanı, siyaset kurumunun bütünüyle etkisizleştirilmesi üst başlığıyla ifade edilebilir. Bir ülkede yargı dâhil olmak üzere, devlet aygıtının demokratik bir şekilde işleyebilmesi, yani toplumsal talep ve beklentilere göre işlevini yerine getirmesi, ancak ve ancak siyaset kurumunun etkinliğiyle mümkündür. Bu nedenle Avrupa’da yargıdan söz edilirken, demokratik meşruiyet ile kamuya ve toplumsal etkileşimlere açıklıktan, yargının topluma ve siyasete “yabancılaşmaması” gerekliliğinden de söz edilmektedir. Bürokratik kurumlar bu etkileşim ağlarının dışında tutuldukları oranda, toplumsal ve kamusal taleplerin dışına çıkmaya, kendi kurgularını toplumsal, kültürel ve siyasal realitelere ikame etmeye, son tahlilde ise toplum için tehdit yaratmaya başlarlar. Bu aslında Türkiye tarihinin bize sayısız örneklerle hatırlattığı bir gerçektir. Hemen somut bir şekilde ifade edersek, önceki HSYK’da Adalet Bakanı ve Müsteşarının “siyasi” kanat olarak belirli bir etkinliği varken ve bu etkinliğin kritik durumlarda yargıçlar için güvence yaratması mümkün iken, yeni sistemde, muhtemelen “öteki”lerin kaygısını karşılama söylemiyle bu siyasi kanat bütünüyle etkinliğini yitirmektedir. Türkiye’de entelektüelliğin ilk basamağını “siyaset kötüdür” dersiyle, daha doğrusu 27 Mayıs ezberleriyle tırmananlar bakımından itiraz edilecek bir durum yok. Ancak bu yaklaşımın Türkiye’de demokrasinin yerleşmesi bakımından en büyük engel olduğu, hatta bizatihi yargı reformunun daha yüzeysel, aksak ve “endişeyle” çıkarılmış olmasına neden olduğu unutulmamalıdır.
Siyaset devre dışı bırakılıyor
Bu yaklaşımın Avrupa Birliği değerleri ve tercihleriyle sorunlu olduğu ve kendine uluslararası hiçbir meşruiyet dayanağı bulamadığı da ortada. Soru şu: Meclisin HSYK’ya üye seçimine imkân tanınmadığı bir yerde, demokratik sorumluluk ilişkisi nasıl kurulacak? Adalet Bakanı ve ona bağlı çalışmak zorunda olan Müsteşara “karar” gücü ve yetkisi tanınmadıktan sonra, siyasi sorumluluk ve hesap sorma nasıl gerçekleşecek?
Avrupa cenahından hazırlanmış raporlara atıf yaparken ve yasa taslağını bu atıflarla gerekçelendirirken, Avrupa’daki HSYK’ların oluşumunda Meclisin ağırlıklı bir konumunun bulunduğu, bu nedenle de Adalet Bakanı veya Müsteşarının bulunmasının çok da gerekmediği gerçeğini unutmak hangi amaca hizmet eder diye düşünmenin herhalde bir zararı yoktur. Siyasi sorumluluğun birincil mekânı olan Meclisin bizatihi etkili olduğu yargı sistemlerinde Adalet Bakanına etkin rol verilmesi gerekmez zaten. Meclis’i devre dışı bırakırken, Adalet Bakanı’nı da yetkisizleştirmek, ancak ve ancak kapalı devre yargı sistemini sürdürmeye yarar. Yüksek Yargı’nın hegemonyanın kırılmış olması, yargıyı demokratik meşruiyete kavuşturmuyor, onu kapalı bir yapı olmaktan kurtarmıyor.
Bürokratik vesayetten kurtulma ve bürokrasiyi demokratik denetime tabi tutma ülküsü yönünde verilen mücadelenin ardından, yasal düzlemde gerçekleştirilecek yeniden yapılanma, bürokrasinin kendini yeniden yargının merkezine yerleştirmesinin imkânı ve aracı olmamalıdır.
Tasarı siyaset kurumunu devre dışı bırakıyor. Siyasal nitelikli karar yetkisi öz olarak egemenliğin kullanılmasıyla ilgilidir. Bu karar yetkisini, çok iyi niyetli gerekçelerle aslında antidemokratik yaklaşımlara gerektiğinden fazla yapısal değer atfetmek suretiyle “siyaset dışı” kurumlara aktarmak, bizi başladığımız noktaya doğru götürebilir.
Star-Açıkgörüş, 03.11.2010