Aylardır süren o yorucu, yıpratıcı, bölücü, parçalayıcı, sık sık da can acıtıcı referandum kampanyasından sonra, 12 Dev Adam’ın bize tattırdıkları ortak sevinç nasıl da iyi geldi…
Yarı finalin bitiş düdüğü çaldığında, uzun süreden beri ilk kez çocuklar gibi şendik. Sevincin, hiçbir endişeyle, hiçbir hesap kitapla gölgelenmemiş saf sevincin ne olduğunu gördük o anda. Ortak mutluluğu gördük. Kıskançlıktan, hasetten, bireysel öne çıkma tutkusundan arınmış, en saf en çocuksu haliyle yaşadık başarının mutluluğunu. Meğerse o katıksız sevinci ne kadar da özlemişiz. Boğazımız acıyana dek sevinç naraları atmaya, hiç tanımadığımız insanlarla kucaklaşıp sevgi yumakları oluşturmaya nasıl da ihtiyacımız varmış.
Bitiş düdüğünün çalmasıyla birlikte “sevinç patlaması” yaşanan yer sadece Türkiye değildi kuşkusuz. Sınırlar ötesi bir sevinç yaşanıyor böyle zamanlarda. Zafer yalnızca Türkiye’de değil, Sydney’den Bakü’ye; Londra’dan Kuala Lumpur’a kadar dünyanın her köşesinde oluşan “Küçük Türkiye”lerde kutlanıyor. Yıllardır Türkiye’den uzakta yaşayan, hatta belki Türkiye doğumlu bile olmayan on milyonlarca Türk bitiş düdüğünün çalmasıyla birlikte bayrağını kaptığı gibi caddelere fırlıyor. Milli sevinç, vatan sınırlarını aşıp, dünya metropollerinin sokaklarına taşıyor. Dünyanın küçülmesi, mobil hayatlar, göçler, iç içe giren milliyetler, “vatan birliği” kavramını milli aidiyetin temel belirleyicisi olmaktan çıkarıp, etnik ve kültürel bir kimlik haline getiriyor; bir düdük sesiyle birlikte dünyanın dört bir yanına dağılmış on milyonlarca insan aynı anda aynı milli sevinci ve gururu paylaşıyor.
Globalleşmenin bir yüzü de bu işte…
x x x
Dünyayla yarışabilir hale gelmek…
Takımlarımızın, kurumlarımızın, şirketlerimizin ve tek tek hepimizin, yaptığımız her işte dünyayla yarışabilir hale gelmesi…
Yarışabilir hale gelmek demek, aynı platformda bulunmak, aynı kalite ölçütlerine, aynı beğeni düzeyine sahip olmak, çıtayı ya da potayı aynı yüksekliğe koymak, aynı kavramlarla düşünmek, aynı dili konuşmak demek…
Bir kez yarışabilir hale gelindi mi, işin bu kısmı başarıldı mı; ondan sonra artık o yarışta yenilmek ya da yenmek hiç önemli değildir. Yarışabildiğimiz sürece, yenme ihtimali de var demektir. Bugün yenilir, yarın yener, öbür gün yine yeniliriz. Ama biliriz ki, hep yarışın içindeyizdir.
İşte basketbol takımımız artık bu yarışın içine girmeyi başardı. Futbolcularımız futbolda, Dansın Sultanları aynı şeyi dansta başardı. Orhan Pamuk Nobelliyle, uluslararası edebiyatçılarımız dünya okunma listelerinde üst sıralara fırlayan eserleriyle edebiyatta dünya edebiyatının ulaştığı lezzete ve olgunluğa ulaştığını kanıtladı. Reklam sektörümüz, bankacılık sektörümüz zeka ve kalite fışkıran ürünleriyle dünya standardını çoktan yakaladı. Dünya üniversitelerinin kapıştığı profesörlerimiz, doktora programlarında mucizeler yaratan genç bilim adamlarımız, onlar da bilimsel çalışmada dünya kulvarında koşabildiğimizi defalarca kanıtladılar.
Bizler, benim yaşımdakiler, hayatımızın büyük kısmını, kendimiz için ayrı, yabancılar için ayrı kriterler koymak zorunda kalarak; dünya standartlarının altında üretmeyi, altında öğrenmeyi, altında eğlenmeyi, yani altında yaşamayı neredeyse bir kader gibi kabullenerek yaşadık belki ama çocuklarımız böyle onur kırıcı bir kulvar farkını kabullenmiyor.
Onlar dünyadaşlarıyla aynı platformda üretiyor, çalışıyor, öğreniyor, eğleniyor ve aynı kulvarda yarışıyor.
12 Dev Adam, dünya çapındaki oyunları ve dünya çapındaki başarılarıyla bunu bize bir kez daha gösterdiler. Bu ülkenin makûs talihini yendiğini, artık bundan geri dönüş olamayacağını; bundan böyle bu ülkenin insanlarının hiçbir ama hiçbir alanda farklı bir kulvarda kalmayı kabul etmeyeceğini ispatladılar.
Yıllardır, Türkiye için farklı bir “çıta” ya da “pota” yüksekliğini savunanlara bundan daha güzel bir cevap olabilir mi?
X x x
Not: Son yazımda, referandumun “kazanan”larından söz ederken unuttuğum kimi isimleri sonradan hatırladım. Böyle bir yazıda, yaptığı açıklamalarla demokrat geçinen nicelerine demokrasi dersi veren BBP Başkanı Yalçın Topçu’yu; Demirkırat’ın demokrasi geleneğine sahip çıkan Süleyman Soylu’yu anmamak kadir bilmezlik olur gerçekten…
Biliyorum ki şu anda atladığım başka isimler de var. Ama önemli değil çünkü biz unutsak da tarih unutmaz. Herkesin notunu bir kenara kaydetmiştir, eminim…
Star, 13.09.2010