Bilal Sambur, Hannah Arendt’ten yola çıkarak, siyaset ve şiddet arasındaki ilişkiyi irdeliyor: Ülkemizde Kürt sorununun bir türlü çözülememesinin temel nedeni, politik hayattan ‘sözün’ kovulması ve ‘şiddetin’ tek güç olarak benimsenmesidir.
eraltından fışkıran silahlar, asit kuyularından çıkan insan kemikleri, faili meçhul cinayetler, devam eden şiddet olayları ve ülkeye silah zoruyla el koymaya çalışan İttihatçı zihniyetin günümüzdeki uzantısı Ergenekon Terör Örgütü ile ilgili devam etmekte olan dava… Öte yanda Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra şiddet ve protesto olaylarına sahne olan İran, Afganistan ve Pakistan’da yükselen şiddet ve çatışma dalgası, Çin’deki son katliam, Honduras’taki askeri darbe ve Filistin’de sonu gelmeyen katliam ve ölümler… İçte ve dışta bu olaylar yaşanırken bugünlerde devrim, totaliteryanizm, otorite, gelenek, modernite ve özgürlük gibi anahtar kavramların dillerden düşmediği görülmektedir. Yaşadığımız olaylara, 20. yy’ın politik düşünürü olarak ün yapan Hannah Arendt’in (1906-1975) bazı çözümlemeleri ışığında bakmak yararlı olacaktır.
Politik hayatın dili ne?
Bütün bu olanları şiddet kelimesiyle özetleyebiliriz. 20. yy’da insanlığın politik hayatı, şiddet etrafında oluşmuştu. 21. yy’ın on yıla yakın bölümünü geride bıraktığımız şu günlerde, şiddet politik hayatımızın ana aktörü olmaya devam etmektedir. Politik hayatımızın şiddet tarafından rehin alınması, insanlığın belki de en önemli sorunudur.
Arendt, politik hayatta şiddetin yeri olamayacağını, asıl olanın sözün politik hayatı belirlemesi gerektiğini söylemektedir. Söze dayanan politik hayat, sürekli bir ikna ve diyalog arayışını gerektirmektedir. Ancak politik hayattan sözün kovulmasıyla insani ve sosyal sorunlar, şiddet ile çözülmeye çalışılmaktadır. Ancak şiddet hiçbir sorunu çözmediği gibi, çözülmesi zor yeni sorunlar yaratmakta ve çözümsüzlüğü kader haline getirmektedir.
Ülkemizde Kürt sorununun bir türlü çözüm yoluna konulamamasının temel nedeni, politik hayattan sözün kovulması ve şiddetin tek güç olarak benimsenmesidir.
Şiddetin politik hayatı işgal etmeye devam ettiği günümüzde, en güçlü şiddet mekanizması olan devlet, kişinin biricikliğini ve bireyselliğini yok etmekte, onun yerine bir yığın yaratmaya çalışmaktadır. Devlet, insanlardan birey değil, yığın olmalarını resmi bir ideoloji, din ya da gelenek adına istemektedir. İnsanların yığınlaştırılmaya çalışıldığı günümüzde, bireyin kamusal alanda kendisi olarak farklı davranma imkanı tamamen ortadan kaldırılmaya çalışılmaktadır.
Kurumsallaşan şiddet
Devletin bürokratik iktidarı ve kolektivist ideolojisi, bir elit grubunun tahakkümünü sağlamak için kamuoyunu manipüle eden asimetrik psikolojik harekatlar gerçekleştirmektedir. Nazi ve Komünist rejimlerinde olduğu gibi, terör, şiddet ve cinayetlerin devletin bürokratik yapısı içerisinde kurumsallaşması günümüzde de devam etmektedir. Ülkemizdeki Ergenekon olgusu, bu kurumsallaşmanın bir tezahürüdür.
Devlet içinde ve dışında kurumsallaşan şiddet hayatlarımızı tamamen yapaylaştırmaktadır. Her gün ortaya çıkan şiddet komploları ve planları, bizim daha çok içe kapanmamıza neden olmakta, spontane ve doğal bir şekilde birlikte yaşama yeteneğimiz üzerinde zayıflatıcı etkide bulunmaktadır. Yirminci yüzyıldaki modern durumu yani insanın yığınlaştırılmasını, şiddet ve terörün devletleşmesini, hayatın tek düzeleşmesini ve yapaylaşmasını Arendt daha önce eleştirmişti. Bu eleştiriler, günümüz için de geçerliliğini korumaktadır. Kurumsallaşan şiddet, hayatımızdan özgürlük ve çoğulculuğu kaldırmakta onun yerine homojenlik ve konformizmi dayatmaktadır.
Şiddetin rehin aldığı günümüz politik hayatı, insan aksiyonuna, özgürlüğüne ve çoğulculuğuna izin vermemektedir. Arendt, insan aksiyonu, özgürlük ve çoğulculuk arasında köklü bir ilişki kurmaktadır. Arendtist anlamda insan aksiyonu, bireyin kendi kimliğini ortaya koymasını, dünyanın realitesini kavramasını ve özgürlük kapasitesinin gerçekleştirilmesini içermektedir. Arendt, insan aksiyonuyla bağlantılı bir biçimde özgürlüğü ilginç bir şekilde açıklamaktadır. Özgürlük, seçme kadar bir başka önemli unsuru içermektedir. Arendt için özgürlük, yeni bir başlangıç yapmayı ve yeni bir şeye başlamayı ifade etmektedir.
Kısacası özgürlük dünyaya yenilik getirme ve yeni başlangıçlar yapma kapasitesidir. İnsanın yeni başlangıçlar yapması tek başına olmamaktadır.
O, diğer insanların arasında yeni işlere girişmeli ve yenilikler yapma aksiyonu içinde olmalıdır. Bireyin, diğer insanların arasında onlarla beraber yeniliklere girişmesi, “çoğulluk (plurality)” dediğimiz durumu yaratmaktadır.
Türkiye ve İran gibi ülkelerde en çok heyecan uyandıran kelimeler reform ve değişim kavramlarıdır. Bu ülkelerde insanlar, yeni başlangıçlar yapma anlamında kendi özgürlüklerini kullanmayı talep etmektedirler. İran’da politik hayat muhafazakarlar ve reformcular şeklinde ikiye bölünmüştür. Türkiye’de toplum, ‘resmi Türkiye’ ve ‘öteki Türkiye’ şeklinde ikiye ayrılmış bulunmaktadır.
Resmi Türkiye
İki ülkedeki reform ve değişim talebini bir özgürlük çığlığı olarak okumak lazımdır. Bu ülkelerin bürokratik iktidarları ya da statükoları, insanların yeni bir başlangıç yapmasına izin vermemektedir. Türkiye’deki bürokratik elitler, ülkeyi otuzların ideolojik çerçevesine hapsetmeye çalışırken, İran’ın tutucu muktedirleri de toplumu sığ bir devrim ideolojisine sıkıştırma çabasındadırlar. Türkiye ve İran statükolarının mücadele ettiği şey, rejim ya da devrim karşıtlığı değil, insanların yeni bir başlangıç yapma şeklindeki özgürlük talepleridir.
Özgürlüğü yeni bir şeye başlama kapasitesi olarak gören Arendt, vatandaş kavramının da niteliğini değiştirmektedir. Arendt’a göre vatandaş aktif olmalıdır. Aktif vatandaş, kim olduğunu toplumsal ve politik alanda özgürce ifade eden kimsedir. Başka bir ifade ile aktif vatandaş, kendisini dış dünyaya aktif olarak sunan ve dış dünyaya etkili bir şekilde katılan kimse demektir.
Makbul vatandaş…
Bireylerin kendilerinin kim olduklarını etkin bir şekilde kamusal ve politik alanda göstermelerinden İran ve Türkiye’deki statükonun yanlıları hiç memnun olmamaktadırlar, çünkü bağnaz statükocular, insanlara ne olduklarını öğrettiklerini sanmaktadırlar. Onlar, insanlardan kendilerine öğretilenler doğrultusunda ne olduklarını göstermelerini istemektedirler. Bireyden kim olduğunu göstermesini isteyen Arendt’in aktif vatandaş kavramının zıddına otoriter ve totaliter rejimler, insanları ne olduklarını göstermeye zorlamaktadırlar. İnsanlar, ne oldukları yerine kim olduklarını kamusal ve politik alanda göstermeye başladıkları andan itibaren ortaya önemli problemler çıkmaktadır. Son Cumhurbaşkanlığı seçimlerinden sonra insanların sokağa çıkıp protestoda bulunmak suretiyle kendilerinin kim olduğunu göstermiş olmasından memnun olmayan İran rejimi, gösterileri şiddet yoluyla bastırmıştır. Türkiye’de de insanların dini yaşam tarzlarını kamusal ve politik hayatta yansıtmaya başlamasından statüko rahatsızlık duymaktadır.
Dini kılık kıyafetten ve son iki seçim sonuçlarından statükonun duyduğu rahatsızlığın temelinde bu vardır. Başka bir ifade ile otoriter ve totaliter devlet yönetimleri, Arendt’in aktif vatandaşını hiç sevmemektedirler. Onlar için makbul olan aktif vatandaş değildir. Onlar için makbul vatandaş, kendisine öğretilen çaresizliği içselleştiren, otoritenin çizdiği sınırlar içerisinde ne olunması gerekiyorsa onu olmaya çalışan kısıtlı, sınırlı ve sessiz insandır.
Sonuç olarak otoriter ve totaliter rejimler şiddeti kurumsallaştırmakta ve sıradanlaştırmaktadırlar. Devrim muhafızlarının son gösterileri bastırmada uyguladığı şiddet ve Ergenekon terör örgütünün şiddet planları, devlet aygıtının nasıl bir şiddet mekanizmasına her an dönüşebileceğini gösteren önemli örneklerdir.
Ortada şu önemli soru bulunmaktadır: Çok iyi eğitim almış, akademik unvanları bulunan, yüksek makamlarda bulunmuş kişiler nasıl kolayca Ergenekon terör örgütü ya da Devrim Muhafızları gibi infaz kurumları ile iç içe bulunabilmektedirler? Bunun cevabını Arendt, Eichman örneğinden hareketle vermektedir. Arendt’a göre, kötülük temel ve doğal bir şey değildir.
İnsanlar amirlerinin kendilerine verdiği her emri yerine getirmeyi en doğal görevleri olarak addetmeye başladıkları andan itibaren soykırım dahil her türlü kötülüğü işlemeye hazırdırlar. Amirlerin her dediğine itaat etmenin içselleştirilmesi ve verilen her emrin gereğinin yapılmasını rutin bir vazife olarak kabul etmek, şiddet ve kötülüğü banalleştirdiği gibi insanı yaptıkları konusunda gaflete düşürmektedir. Bugünlerde şiddetin banalleşmesi ve yaptığımız şer davranışlardan gafil olma tehlikesi, her zamankinden daha yüksek gözükmektedir.
Zaman, 03.08.2009
.