17 Aralıktan bugüne gelişmelerle ilgili bir değerlendirme yapmak, “olayları” hangi olgular çerçevesinde değerlendirdiğimi ve ilkesel olarak “ne olması lazım geldiğini” de “ütopya” olarak ele almaya çalıştım. Liberal değer ve ilkelerin Türkiye’de henüz yerleşmediğini hesaba katarsak liberalizmin ilkelerini “ütopya” olarak kullanmak yanlış olmaz diye düşünüyorum.
Olay: 17 Aralık 2014 günü sabah saatlerinde, İstanbul özel yetkili Cumhuriyet Savcılığınca, aralarında üç bakanın oğlu, bir belediye başkanı (Fatih), bir genel müdür (Halkbank) ve bazı işadamlarının olduğu yüze yakın kişi gözaltına alındı. Soruşturma kapsamında, “rüşvet”, “yolsuzluk”, “ihaleye fesat karıştırma” ve “ Türk vatandaşlığına kabul için rüşvet almak” gibi suçlamalar yapıldı. Bazı deliller, konuşma ve görüntüler basın organlarında, internette ve sosyal medyada ardı ardına yayınlandı. Gelişmeler sonunda 4 bakan görevlerini kaybetti, aynı bakanlar için fezlekeler hazırlandı.
Olgu: Olaylar konusunda tereddüt yok, görüş ayrılığı, bu olanların hangi olgular ile açıklanacağı konusunda görülmekte. Beni ilgilendiren liberaller arasındaki yaklaşım farklılıkları. Kimi liberaller olayları “yolsuzluk soruşturması” veya hukukî bir faaliyet olarak görürken bazı liberaller ise olayları, “bir siyaset mühendisliği” olarak değerlendirdi. İkinci gruptakilerden, 17 Aralıkla hedefin, “seçilmiş hükümeti yıpratmak, bürokrasinin egemenliğine sokmak” olduğunu düşüneneler hiç de az değil. Zira ben ikinci gruptakilerin dillendirdiği okuma içinde yer alıyorum. Olayları biraz yakından incelediğinizde; -komplo vs. söyleme hiç girmiyorum- birbirinden ayrı 3-4 soruşturma konusunun birleştirilmek istenmesi ve “darbeyi güçlendirmek” için para vb. kanıtların art arda yapıştırılması çok ciddi bir sorundur. Olayı şöyle somutlaştırabiliriz; yurttaş “X” bir kurumda ihale komisyonunda görevli ve “Y” adlı işadamına usulüne uygun bir ihale verilmesi sırasında görev almış olsun. “Y” işadamı başka bir suçtan; -gümrük kaçakçılığından- bir miktar para ile (500 bin dolar) ile gözaltına alınsın. Bu arada yurttaş “X” başka bir suçlamadan soruşturma geçiriyor olsun. “Paralar, kaçakçılık” ile ilgisi olmayan başka bir fiilden sorumlu tutulan yurttaş “X” ve “Y” ile ilgili veriler aynı dosyaya sıkıştırılırsa yurttaş “X” derdini çocuklarına bile anlatamaz. Bir siyaset tasarımı olarak gördüğüm bu durum sonraki günlerdeki olaylarla (25 Aralık, MİT tırları) daha pekişti. Ben şahsen başbakanın oğlunun gözaltına alınmasını dert etmiyorum. Ancak, otuz kadar işadamının suçlanması, ekonomik dengenin çökmesine, yatırımların durmasına neden olur. Pek çoğu TV’lerde canlı yayınlanan bazı ihalelerin, yapım işlerinin bitirilip, teslim edilmiş yatırımların, rüşvet, fesat vb. gerekçelerle ters-yüz edilmeye çalışılması hiç de inandırıcı değildir. Bazı liberallerin sık sık tekrarladığı “yolsuzluk olduğu kesin” değerlendirmesi de ciddi hataları barındırıyor. Henüz bir yargılama yapılmadığını hatırlatmak isterim. Yine, yolsuzluk soruşturmalarına gerekçe hazırlayanlara bazı kanunları (Devlet İhale Kanunu, Kamu İhale Kanunu) bir kez okumalarını tavsiye ederim. Kanunların elastikî yapısı, yargıya “keyfi” tasarruf yapma imkânı tanıyan hükümlerle dolu olduğunu görecekler. Bakalım bundan sonra çalıştıkları kurumlardaki “ihale komisyon” görevlerini gönül rahatlığıyla kabul edebiliyorlar mı?
Ütopya: Devletin ekonomik faaliyetlerdeki dağıtımının sona ermesi gerekir. Bir yatırım, piyasa içinde yapılırsa rüşvet vb. pek çok suç tarihten silinir. Otoyol gibi yatırımların devlet tarafından değil, özel müteşebbislerce yapılması tercih edilmelidir. Bu durumda, “ihale, “usulsüzlük”, “rüşvet” gibi dertlerimiz olmaz. Yani “yolsuzluk” kelimesi lügatimizden silinir.
Olay: 17 Aralık sürecinde hükümet kendisine yapılan saldırılara cevap verdi. Bu kapsamda idarî ve yasama yetkisiyle bazı tasarruflarda bulundu. “Adli Kolluk Yönetmeliği” ve Polislerin yer ve görev değişikliği gibi idarî ve “HSYK” kanunu gibi yasama faaliyetlerine yönelik adımlar attı. Süreç içinde bazı hâkim ve savcıların yerleri değişti, polisler görevden alındı.
Olgu: Olaylar “yargıya müdahaledir” şeklinde yorumlandı. Evet, hükümet yargıya müdahale etti. Bu müdahale; “nefsi müdafaa” gibi görünüyor. Yasama ve yürütme erkini “demokrasi” arenasına çıkarak kazanan hükümet, yargı bürokrasisinin insafına kendini teslim etmedi. Esasen, Menderes, Demirel, Özal, Erbakan gibi aktörler de yargıya hiç güvenmediler. Tabir yerindeyse; “yargıya sırtını dönmediler”. Çok önemli bir kısmı Kemalizm bekçiliğine soyunan hukukçulardan sonra, son dönemde de hukukçularımız “cemaatçiliğe” soyunmuşlardı. Genel olarak siyasilerden hoşlanmayan “yargı bürokrasi” si 27 Mayıs’dan mülhem vesayetçi birer kurum olmuşlardı. Yargı bürokrasisi, Danıştay, Yargıtay, HSYK ve Anayasa Mahkemesi gibi kurumlar marifetiyle siyasetçilere geçilmez bir duvar ördü. Hukuk sistemimiz hiçbir dönem insan hakları savunucusu olmadı, toplum kesimleri kendilerini “yargıya” değil siyasi partilere emanet ettiler. Kısaca 17 Aralık’ta yeni bir “hukuk devleti”ne adım atmadık, “yargı darbesine” adım attık.
Ütopya: Yeni bir toplumsal sözleşme ile yeni bir yapılanmaya ihtiyaç var. Hukuk sisteminin evrensel değer ve yargılarla karar almasını sağlayacak kurumsallaşması elzemdir. Bu çerçevede TMK, Türk Ceza Kanunu, Yargılama Usul Kanunu vb. mevzuatta değişiklik şarttır. Hâkim-savcı birlikteliğine son verilmelidir. Mahkemelerde “jüri” sistemiyle karar verilmelidir. Delil-suç illiyet bağı temel kriter olmalıdır. Devletin adalet mekanizması küçültülmelidir: Danıştay, İdari Mahkeme ve Askeri Yargı kaldırılmalıdır. Yanlış hükümlerin sorumluluğu savcı ve hâkimlere rücu etmelidir.