1 Mayıs, 32 yıllık bir aradan sonra nihayet Taksim’de kutlandı. Böylece bir siyasi tabu daha yıkılmış, bir yasak daha kalkmış oldu. Ben de “özgürlük” perspektifinden sevindim bu işe. Ama kızıl bayrakların gölgesinde atılan arkaik sloganları ve çıkarılan küçük arbedeleri izlerken de, hiç “solcu” olmadığıma şükrettim.
Sebebini de anlatmak isterim. Çünkü bizim ülkede “sol”un kerameti kendinden menkul bir karizması var. Bu ideolojinin “hak, adalet, eşitlik, vicdan” gibi değerleri tekelinde tuttuğu sanılıyor. Eli kalem tutanların çoğu da, ya soldan geldikleri ya da hala orada durdukları için, bu varsayımla düşünüp konuşuyor.
Oysa ki sol, “hak, adalet, eşitlik, vicdan” gibi değerleri savunuyor da, sağ bunlara mesafeli duruyor değildir. Aksine, hemen her ideoloji kendince iyiyi, doğruyu, güzeli savunur. Mesele bunları nasıl tanımladıklarıdır.
Solun getirdiği tanımın özünde ise, Marx’ın her şeyi ekonomiye ve dahası “iktisadi sömürü”ye indirgeyen materyalist tarih okuması yatar. Buna göre toplumların temel çelişkisi hep “sınıflar arası çatışma” olmuştur. Modern kapitalist çağda ise “işçi sınıfı” “burjuva sınıfı” tarafından “sömürülmekte”dir. Ama sonunda “devrim” yapıp kurtulacaktır.
Demokratik sosyalistler ise “devrim”in yerine demokratik yöntemleri koyar, ama “sınıf eksenli” düşünmeye devam ederler.
Oysa içinde yaşadığımız toplumların tek meselesi “iktisadi sınıf” olmadığı gibi, çoğu kez başka fay hatları, örneğin kültürel değerler, daha çok önem taşır. Mesela Türkiye’deki siyaset, “iktisadi sınıflar”dan çok kültürel cemaatlere göre bölünmüştür. Alevi köylülerle Nişantaşılı zenginleri CHP’de buluşturan şey “laiklik hassasiyeti”dir. Öte yanda ise geniş muhafazakar kitleler, ister fakir isterse zengin olsunlar, “din özgürlüğü” talebinde birleşir.
“İktisadi sınıfları” önemsizleştiren bu kültürel bölünmeleri solcular da görür elbette. Ancak bunu arızi bir durum, düzeltilmesi gereken bir “yanlış bilinçlenme” sayarlar.
İyi de bu varsayımın dayanağı nedir?
Marx’ın “temel çelişki sınıf meselesidir” önermesine beslenen koyu bir “iman”!
Evet, işin trajikomik yanı budur: Marx’ın “analiz” diye sunduğu görüşler, zamanla analizlere giydirilen birer “önkabul” olup çıkmıştır.
‘Sömürü düzeni’
Sözkonusu Markist “iman”, bu ideolojinin dinle beraber en büyük hasmı olan “kapitalizm”e bakışta da ortaya çıkar.
Markistlere göre her türlü kapitalist işletme kaçınılmaz olarak bir “sömürü” aracıdır. Yani cebinde biraz parası olan bir adam, kalkıp da fabrika veya şirket kurup işçi çalıştırıyorsa, onları mutlaka sömürüyor demektir.
Dikkat edin, sorun, patronun işçilere haklarını vermemesi, onları kötü şartlarda çalıştırması filan değildir. Sorun, ortada bir “işveren”in olmasıdır.
Sosyalist akademisyen Ahmet İnsel, Radikal’deki yeni köşesinde yazdığı ilk yazıda tam da bunu vurguluyordu.”Kapitalist sistemde sömürü iki biçimde gerçekleşir” diyor ve arkasından ekliyordu:
“Birincisi… işverenin, ücretli olarak istihdam edilenlere ‘hakkı olan’ ücreti verip verip, onlardan bu ücretin çok daha üzerinde bir değer elde etmesiyle ortaya çıkar… [İkinci olarak da] ücretliye hak ettiğini vermeyerek yapılan sömürü vardır .”
Bana göreyse durum şu: Söz konusu “iki sömürü”den ikincisine karşı çıkmak için solcu olmaya gerek yok. İyi insan olmak yeterli.
İlkini (yani işverenin haklarını vererek işçi çalıştırmasını) “sömürü” saymak içinse, önce Marx’ın “artı değer” teorisine iman etmek lazım.
Ama ben durup dururken Marx’a iman etmek için hiç bir sebep görmüyorum.
O yüzden de solcu değilim zaten.
Star, 03.05.2010