Başlık Hakan Taşıyan’ın yıllar önce bir canlı yayına sarhoş çıkıp, yayında aniden duygulanıp, içindeki derin bir yaraya yönelik yapmış olduğu devrik bir isyandı. Bugün laiklik konusu tekrar açıldığında benim de verdiğim ilk tepki bu oldu: Ne yapıyoruz biz ki?
Laikliğin devlete ait bir özellik olduğuna dair yoğun bir literatür varken hâlâ “laik” olduğunu iddia eden bazıları İsmail Kahraman’ın açıklamalarından sonra yine “laik”iz demeye başladılar. Burada laik olamayacaklarını anlatmak dışında, modern devletlerin laiklik ile hangi değeri garanti altına almak istedikleri meselesine değinmek istiyorum. Zira yine yeniden bunun hâlâ anlaşılamadığını görmüş olduk. Laiklik, insanların temel hakkı olan, yani doğmakla kazandıkları, din ve vicdan özgürlüğünün garanti altına alındığı bir değer olarak karşımızda duruyor. Bunun dışında herhangi bir anlam yüklemeye çalışmak ya abesle iştigal olmaktır ya da burada kasıtlı olarak kötü bir amaç olduğunu bize gösterir. Her iki durumun da bizlere kazandıracağı hiçbir şey yok.
Laiklik konusunda tecrübelerimiz bize gösteriyor ki laiklik adına bu ülkede din ve vicdan özgürlüğü yok sayılmış ve laikliğin içi boşaltılmıştır. Bugün yapılacak yeni bir anayasada laiklik ilkesinin olup olmaması çok da önemli değil. Zira “laik” olduğunu iddia edenlerin, laiklik olmadığı durumda dindar bir devlet geleceği kaygısına karşılık; Türkiye’de bugüne kadar laiklik adına yapılanlara bakıp bundan sonraki hükümetlerin laikliğin özgürlükçü yorumundan uzaklaşıp eski tecrübelerin tekerrürüne dair bir kaygıya sebep oluyor. Nitekim ben ikincisinin gerçekleşme ihtimalinin ilkine oranla çok daha yüksek olduğuna kaniyim. Çünkü din ve vicdan özgürlüğünün garantisi olarak anayasada yer alan laiklik ilkesi, bu özgürlüğün kısıtlanmasına bir gerekçe olarak kullanılagelmiş. Bundan sonra da bu şekilde olmayacağına dair bir garanti göremiyorum. Bu nedenle de içi boş, farklı yorumlamalara açık bir laiklik ilkesinin varlığının hiçbir yaraya merhem olmayacağını düşünüyorum.
Bununla birlikte laiklik ilkesinin anayasada kullanılmamasının da çözüm getireceğine inanmıyorum. Zira Ak Parti hükümetleri ile birlikte, laikliğin özgürlükçü yorumu ile karşılaşan Türkiye, bu süre zarfında laikliğe karşı olumsuz tutumundan büyük oranda sıyrıldı. Laikliğin din ve vicdan özgürlüğünün garantisi olduğuna yönelik büyük oranda bir konsensüs mevcut. Bu iyi havanın görmezden gelinerek hareket edilmemesi gerektiğini düşünüyorum. Laiklik ilkesi yerine din ve vicdan özgürlüğünün açık bir şekilde belirtilmesi yeterli olabileceğini düşünebiliriz fakat bu ilkenin anayasada yer almadığında kendisini güvende hissedemeyecek, kendisine “laik” diyen, sayısı hiç de az olmayan bir kesim var. Onların bu hassasiyetlerinin dikkate alınması gerekmektedir. Bu nedenle laiklik kavramının, özgürlükçü yorumuyla birlikte anayasada yer alması hemen her kesimin onaylayacağı bir konsensüs oluşturacaktır. Bu şekilde laikliğin dışlayıcı yorumunun da önü kapanmış olacaktır.
Laikliğin anayasada bulunup bulunmamasından daha önemli ve bu konuda ideal olan, bu gibi temel insan haklarının anayasa veya başka herhangi bir pozitif hukukla insanlara verilen birer hak olmadığının bilincinde olmaktır. Bu tip insan haklarına gerekçe aranması abestir. Zira bunlar, insanların doğmakla kazandıkları haklardır. Yani insan haklarının gerekçesi insan olmak dışında bir şey değildir. Her şeyden önce Türkiye’de bu bilincin yerleşmesi ve tartışma konusu olmaktan çıkması gerekir. Aksi takdirde belirli aralıklarla “Ne yapıyoruz biz ki?” sorusu gibi kendimize yönelteceğimiz devrik sorularımız devam eder.