Ne mermer, ne mozaik… Cıva gibi bir toplum

MHP Grup Başkanvekili Oktay Vural, Başbakan Erdoğan’ın toplum için yaptığı mozaik benzetmesinden hoşlanmamış.
“Biz mermerciyiz” demiş. Başbakanı da “Mozaikistan başbakanı” olarak nitelemiş.

Bu, mozaikçilerle mermercilerin ilk kapışması değil. Zaman zaman tekrarlanan bir benzetmedir bu; her seferinde birileri çıkıp mermer, beton, ya da granit kaya gibi yekpare bir toplumsal yapıyı savunurken, bazıları da farklı taşların kuvvetli bir harçla bir arada tutulduğu mozaik gibi bir yapıyı tercih eder.

Düşündüm de, ben ne mermerden, ne mozaikten yanayım.

Mermercilere neden karşı olduğumu söylemeye bile gerek yok. Bütün farklılıklarımızın canına okuyan “kaynaşmış bir kütle” fikrini mermer kadar iyi anlatan bir benzetme zor bulunur gerçekten.

Evet, mozaiğin mermere göre ehven-i şer olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü hiç değilse baktığımızda, mozaiği oluşturan farklı farklı taşları ayırt edebilir; her birinin rengini, dokusunu seçebiliriz.

Ne var ki, bu taşlar o harcın içinde hapistir; asla yerlerinden kıpırdayamaz. Onları birbirine bağlayan harç o kadar güçlü ve o kadar dayanıklıdır ki, aradan bin yıl geçse de, orada, ustanın başlangıçta yerleştirdiği noktada ilelebet yaşamak zorundadırlar.

O yüzden ben bu mermer-mozaik kamplaşmasına bir katkıda bulunmak ve farklı bir alternatif sunmak istiyorum.

Benim gönlümde cıva gibi bir toplum var.

Neden cıva derseniz; çünkü cıva molekülleri kadar birbirine yakın duran ama aynı zamanda sürekli hareket halinde olan başka bir madde bilmiyorum.

Su kadar seyrek sepelek bir yapıyı; birbirine hiç değmeden sürdürülen yaşamları hiçbir zaman tercih etmedim doğrusu.

Cıva sıvı halde bulunan tek metaldir ve sıvılar arasında yoğunluğu en fazla olan maddedir. Müthiş cevvaliyetini, ele avuca sığmaz tabiatını da bu yapıdan alır. Hem birbiriyle dirsek teması içinde yaşayan ve hem de her biri özgür-hareketli, her an form değiştiren, dağılıp dağılıp birleşen ve bütün bunları son derece yumuşak, son derece estetik hareketlerle yapan bir metaldir. Mermerin solid yapısı dış darbelere dayanıklıdır ama o dayanıklılığı aşan bir darbe karşısında parçalandığı zaman da asla bir daha birleşemez. Oysa cıva dağılıp bin bir minik damlacığa dönüşse bile o damlacıklar sanki bir mıknatıs gibi birbirlerini çekerler ve anında tekrar bir araya gelip hiç parçalanmamış gibi birlikte akmaya, birlikte yeni formlar oluşturmaya devam edebilirler.

Evet, ben cıva gibi bir toplumdan yanayım.

Ama böyle bir topluma ulaşmak için önce “kaynaşmış bir kütle” şiarını bir yana bırakmak, ulus devletlerin “birlik-beraberlik” takıntısından kurtulmak gerekir.

Birlik ve beraberliği korumak en birincil amaç olarak ele alınmamalıdır. Birinci amaç her zaman o toplumu oluşturan bireylerin ya da toplulukların her birinin, kendilerini içinde en mutlu, en özgür hissettikleri; kendilerini en rahat gerçekleştirebildikleri yapılar kurabilmektir. Bu da ancak daha gevşek ve devingen yapılar içinde zora dayanmayan gönüllü birliktelikler kurma yoluyla mümkün olur.

Bitirmeden, benim gönlümde yatan “cıva gibi bir toplum” özleminin akademik bir dile dökülmüş ifadesini, Prof. Dr. Mustafa Erdoğan’ın kaleminden sunmak istiyorum.

Mustafa Erdoğan, siyasi örgütlenmeye ilişkin olarak yönelmemiz gereken yeni paradigmayı şöyle anlatıyor:

“Sorunun, aslında merkezi bir otorite etrafında sıkı sıkıya birbirine kenetlenmiş ve ‘dış dünya’dan yalıtılmış siyasi birlik tasavvurunun kendisinde olduğunu görebilmek için ulus-devletçi bakışın sağladığı zihin konforundan kurtulmalıyız. (…) / (T)oplumsal düzeni veya düzen içinde bir toplumsal hayatı egemenlik ve iktidar olgusundan bağımsız olarak düşünmemiz pekâlâ mümkündür. Böyle bir tasavvurun hareket noktası, iktidar aracılığıyla tesis edilen sıkı bir birlikçi örgüt değil, tam tersine, doğrudan doğruya insanlar ve onların gönüllü toplulukları olabilir. Bu yeni toplumsal örgütlenme(nin) (…) gevşek bir siyasi birlik, (…) ‘takım adaları’ metaforuyla ifade edilebilecek adem-i merkeziyetçi bir oluşum olarak adlandırılması uygun olur. Bu, farklı yetki alanlarının rekabetine dayanan bir modeldir.

(…) Buna göre, herkes hayatını kendi vicdani kanaatinin emrettiği doğrultuda şekillendirecek, kendisine herhangi bir dünya görüşü ve hayat tarzı dayatılmayacaktır. Ayrıca, örgütlenmede tam bir serbestlik olacaktır. Herkes istediği topluluğa serbestçe üye olabilecek veya topluluk mensubiyetini isterse serbestçe değiştirebilecektir. Başka bir anlatımla, herkesin topluluktan çıkış hakkı olacaktır. Burada ‘özerklik’ değil, ‘zorun reddi’ esastır. Zora dayanmadığı sürece, kişilerin hayatı kendilerince anlamlı kılan her türlü bağlanımı hiçbir müdahaleye maruz kalmayacaktır. Bu modelde söz konusu olan örgütlenme hürriyetinin başka bir özelliği açık-uçlu olmasıdır; yani, örgütlenmenin bugün bildiğimiz dernek veya vakıf gibi formlarla sınırlanması söz konusu değildir. (…)

Nihayet, böyle bir modelde siyasi birliğin onu oluşturan kurucu unsurlarınkinden ayrı ve üstün bir normatif çerçevesi olmayacaktır. (…) Bunun somut anlamı, ‘takım adaları’ tarzındaki bir siyasi oluşumda ulus-devlet modelinde olduğuna benzer bir türdeşleştirme ideolojisinin, devletçi (devlet merkezli) bir ideolojinin var olmamasıdır. Çünkü, pozitif içerikli bir değerler sisteminin uygulama durumundaki bir iktidarın olduğu yerde ne vicdanların özgür olması ne de adem-i merkeziyetçi bir sivil hayat mümkündür.

Esasen, kişilerin ve toplulukların ‘tasada ve kıvançta bir’, müttehit ve yekvücut bir ‘millet’in organik bir uzvu olmasını gerektiren hiçbir ahlâki zorunluluk yoktur. Kaldı ki, böyle bir millet tasavvurunun gerçek dünyada karşılığı olmadığı için, onu gerçekleştirmeye yönelen politik iradenin cebredici olması kaçınılmazdır.” (Demokrasi Platformu, 2005, n.1)

Sanırım bu “özgürlük takım adaları” üzerinde daha çok tartışacağız…

Bugün, 07.10.2009
 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et