Her bireyin ve her işin durumu kendine münhasırdır ve toplu karşılaştırma ve kıyaslamalar çoğu zaman yanlış ve yanıltıcıdır. Bakılması gereken şey, insanların ekonomik faaliyetlerini genel adalet kurallarına uygun yürütüp yürütmedikleridir. Müterakki vergi uygulaması hukukun hâkimiyeti ilkesini ihlâl ediyor. Vatandaşların devlet tarafından keyfî şekilde bölünmesini ve ayrı kurallara tabi tutulmasını gerektiriyor. Bütün bu sebeplerle, takdim edildiği kadar cazip ve yarayışlı olmaktan uzak.
Ocak ayı başında (04.01.2011) Radikal’de akademisyen Ahmet İnsel’in ilginç bir yazısı yayımlandı (“Ahlâksız gelir seviyesi”). Yazı “herkesin salt kendi çıkarını düşündüğü, onu azami seviyeye çıkarmaya çalıştığı bir toplumda” medeniyetin zarar göreceği fikri etrafında dönmekteydi. Yazar gelişmiş (ve gelişmekte olan) ülkelerde insanlar arasında büyük gelir eşitsizliği olduğuna işaret ediyor, bunu bir “medeniyet kaybı” olarak adlandırıyor ve şöyle diyordu: “Dünyanın medeniyet kaybına uğramaması, zenginliğin de belli bir seviyede sınırlanmasını elzem kılıyor. Bu sınırın ne olacağı ancak demokratik bir tartışma ile belirlenebilir”. İnsel’e göre belli bir sınırın üstünde gelir elde etme talebinin bir ahlâksızlık olarak görülmesi gerekir. Amerikalı yazar Thomas Paine’in önerdiği “herkese asgarî gelir hakkı”ndan esinlenerek bir de azamî gelir sınırı çizilmeli ve herkes bu alt ve üst sınırlar arasında kazanmalı ve yaşamalıdır. En alttakilerle en üsttekilerin gelirlerinin oranı 1/25’i aşmamalıdır. Bu hedefe ulaşmak için müterakki vergi sistemi uygulanmalı ve hatta belli bir miktarın üstündeki gelirlere tamamen el konulmalıdır.
Gelir dağılımı veya dağıtımı genel olarak piyasa ekonomisinde ve komuta ekonomisinde özel olarak özel sektörle kamu sektöründe farklı şekillerde gerçekleşir. Komuta ekonomisinde ve kamu sektöründe kimin gelirinin ne olacağına, değişik faktörlerin tesiriyle, kamu otoritesi karar verir. Bir işveren olarak devlet -devlet iktidarını kullananlar- kamuda çalışanlara nakit ve nakit dışı imkân olarak nelerin sağlanacağını kararlaştırır. Yani, kamu çalışanlarının geliri bir bakıma amirlerinin kararına bağlıdır. Bu, onların gelirlerinin piyasayla hiç ilgisi olmadığını göstermez; ama kamu, vergileri artırma, yeni vergi salma, para basma ve özel sektörden daha avantajlı borçlanabilme imkânlarıyla piyasa şartlarının negatif tesirlerinden kaçınmaya çalışabilir, bu tesirleri erteleyebilir. Nihai tahlildeyse kamu çalışanlarının yükünü özel sektörün omuzlarına yıkar.
Piyasa ekonomisinde tamamen farklı bir süreç işler. Emek piyasalarının akışkanlığına bağlı olarak bazı sektörlerde benzer ücret yelpazeleri oluşabilirse de, piyasa ekonomisinde çalışanların gelirlerini belirleyen bir merkezî otorite yoktur. Özel sektörde istihdam edilen işgücü vasfına, emek arz-talebine, işletmeye marjinal katkısına, bazen kıdemine, şirkete sadakatine vb. faktörlere bağlı olarak ücret alır. Kendi işini yapanların geliriyse tamamen farklı bir şekilde vuku bulur. Küçüklü büyüklü müteşebbislerin, kendi kendisinin patronu olanların geliri ürettikleri mal ve hizmetlere insan kardeşleri tarafından gösterilecek ilgiye bağlıdır. Serbest piyasada, bu yüzden, ücret ve kazançlar, geniş bir yelpaze teşkil eder. Bu yelpazede en alttakiyle en üstteki arasındaki oranın ne olacağını kimse bilemez. Çalışanların birbiriyle karşılaştırılması açısından da, müteşebbislerin birbirleriyle karşılaştırılması açısından da sonuç değişmez. Bir vasıfsız işçi aylık bin lira alırken ender bulunan vasıflara sahip bir CEO’ya yüz bin lira ödenebilir; bir mahalle bakkalı yılı 10 bin lira kârla kapatırken bir şahıs şirketi yüz milyonlarca lira kâr elde edebilir.
Böyle olmasında ne bir ahlâksızlık ne de bir adaletsizlik vardır. Her bireyin ve her işin durumu kendine münhasırdır ve toplu karşılaştırma ve kıyaslamalar çoğu zaman yanlış ve yanıltıcıdır. Bakılması gereken şey, insanların ekonomik faaliyetlerini genel adalet kurallarına uygun yürütüp yürütmedikleridir. Adalet sonuçlardan bağımsızdır ve sonuçlarla değil süreçlerle ilgilidir. Piyasa, adalete dayanan ve adalet üreten bir mekanizma olarak çalışır. Adaletsizlik arıyorsak gözlerimizi devlete çevirmemiz gerekir.
Sosyalistler daha önceleri mutlak eşitliği savundu ve hayata aktarmaya çalıştı. Mutlak eşitlik fikrine dayanan sistemler sadece iflas etmedi, aynı zamanda felaket yarattı. O yüzden, mutlak eşitlik artık kolay savunulamıyor. Buna karşılık, eşitlik adına topluma müdahalenin daha kibar yolları aranıyor. Müterakki vergi bunlardan biri. Bu anlayışa göre daha çok kazanan daha çok vergi ödemeli. Bu, eşitlik için olduğu kadar adalet için de gerekli.
Aslında, düz oranlı bir vergi sisteminde de bu oluyor, yani daha çok kazanan daha çok vergi ödüyor. Vergi oranı ortalama % 10 ise, 10 bin TL kazanan bin lira verirken 100 bin kazanan, 10 bin veriyor. Bunda bir tuhaflık yok. Ama, kazanç yukarılara çıktıkça vergi oranını da yukarı çekmek, ahlâka ve adalete de hizmet etmiyor, topluma da fazla katkı sağlamıyor, hatta tersini yapıyor. Bir noktadan sonra insanların kazancını açıkça gasp etmek anlamına geliyor. Müterakki vergi aynı zamanda altın yumurtlayan tavuğu öldürme teşebbüsüne dönüşebiliyor. Piyasa şartlarında daha fazla katma değer yaratanları çalışkanlık ve başarılarından dolayı cezalandırıyor. Başarıyı getiren müşevvikleri ortadan kaldırıyor ve insanları mediokrasiye itiyor. Böylece beşerî ve parasal sermaye birikimini caydırıyor. Sermayeyi ve vasıflı işgücünü daha elverişli şartların olduğu topraklara göçmeye teşvik ediyor. Müterakki vergi uygulaması hukukun hâkimiyeti ilkesini de ihlâl ediyor. Vatandaşların devlet tarafından keyfî şekilde bölünmesini ve ayrı kurallara tabi tutulmasını gerektiriyor. Bütün bu sebeplerle, takdim edildiği kadar cazip ve yarayışlı olmaktan uzak.
Âdil ve ahlâklı duruş, genel adalet kurallarını korumakla ve Tanrısal bir role soyunarak toplumu tümüyle belirlemeye kalkışmaktan kaçınmakla sağlanabilir. Thomas Paine de zaten şu sözleriyle buna işaret etmiyor mu: “Formel devlet uygar bir hayatın ancak küçük bir kısmını teşkil eder. Bireyin ve bütünün refah ve güvenliği, toplumun ve medeniyetin -milyonlarca kanaldan geçerek bütün uygar insanlar topluluğunu canlandıran sona ermeyen çıkar dolaşımının- bu büyük ve temel ilkelerine, en iyi kurulmuş devletin bile ifa edebileceğinden sonsuz derecede daha fazla bağlıdır. Aslında, toplum kendisi için hemen hemen devlete atfedilen her şeyi yapabilir. Devlet, toplumun ve uygarlığın münasip şekilde muktedir olmadığı birkaç şeyi (durumu) temin etmesinin ötesinde gerekli değildir.”
Zaman, 14.01.2011
.