Başka birçok meselede olduğu gibi, ekonomik gelişme (zenginleşme, büyüme, kalkınma) konusu tartışıldığında da İslam’a bakışa bağlı iki ana görüş ortaya çıkıyor. İlki ‘çözüm İslam’da’, ikincisi ‘problem İslam’da’ diyor. Her iki görüşün de ezberci, şabloncu, analitik derinlikten yoksun olduğu açık. İlk görüş, Müslümanların yaşamadığı veya azınlıkta olduğu coğrafyaların da kalkındığını ve kervana en son semavî dinlere bağlı olmayan yerlerin (Japonya, Tayvan, G. Kore, Hong Kong) katıldığını gözden kaçırıyor. İkinci görüş ilk milenyumun sonlarında ve ikinci milenyumun başlarında İslam coğrafyasının Hristiyan coğrafyasından daha ileri olduğunun, İslam problem ise bunun da vuku bulmamış olması gerektiğinin farkına varmıyor. Bu görüşlerin her ikisi de, ayrıca, sanki her zaman, her yerde, herkes ve her toplum tarafından ayrı şekilde anlaşılmış, zengin bir iç çeşitlilikten, geniş bir yorum farklılaşmasından mahrum bir İslam varmış gibi konuşup yazıyor.
İslam hayatta kalmak için ticaret yapmaya mecbur bir topluma, yani bir ticaret toplumuna geldi. Hazreti Peygamber ticaret bilgisi, tecrübesi ve kültürüne sahip bir insandı. Mekke’deki sistemin tasfiyesinden hemen sonra Müslümanlar hem Batı’ya hem de özellikle Doğu’ya doğru mühim ve çok iyi işleyen ticaret yörüngeleri oluşturdu. Alış verişleri sadece kendi aralarında değildi, aynı zamanda diğer inanç topluluklarıyla da (Hintliler, Hristiyanlar, Çinliler) ticaret yapıyorlardı. Orta Doğu bu dönemde adeta dünya ticaretinin merkeziydi. Bu sayede İslam Dünyası parlak bir dönem yaşadı. Bağdat başta olmak üzere İslam şehirleri canlandı, gelişti, ticaret merkezi olmanın yanında kültür ve sanat merkezleri hâline geldi. Bütün bunları mümkün kılan başlıca unsurlar şunlardı: Pazarların genişlemesi ve bütünleşmesi; geniş bir coğrafyada hukuk ve nizamın egemen olması; daha önce birbirinden ayrı ve izole edilmiş vaziyetteki coğrafya parçalarının birleştirilmesi; sosyal güvenin yayılması ve kurumsallaşması; Arapça’nın geniş bir coğrafyada mübadeleyi kolaylaştıran bir ortak dil hâline gelmesi. Bu parlak dönemde Müslümanlar hem kurumsal icatçılıkta hem de ekonomik işlem maliyetlerini düşürmede dünya öncüsüydü. Beşerî kurumları dünyanın diğer bölgelerindekinden daha üstün olduğu, başka bir deyişle ticareti kolaylaştırdığı ve işlem maliyetlerini düşürdüğü için gayri Müslimler tarafından da benimsendi ve kullanıldı.
Ne yazık ki, bilindiği üzere, ikinci milenyumun başlarında işler değişmeye başladı. 1600’lere gelindiğinde İslam dünyası kesin olarak Hristiyan Batı Dünyası’nın gerisine düşmüştü. Bunun ilk hissedildiği yer mağlubiyet serilerine sahne olan savaş alanlarıydı. 19. Yüzyıl’ın başlarında bu gerçek kabul edildi ve ona bağlı olarak ıslahatçı, dirilişçi, modernleşmeci İslamcılık akımları baş gösterdi. Bu akımların her biri nispî gerilemenin sebepleri ve çözüm yollarıyla ilgili tezler geliştirdi. Bunların bir kısmının güçlü ampirik ve rasyonel temeli yoktu, bir kısmıysa tamamen spekülasyondu. İslam dünyasının nispî geriliğini sadece İslam’a odaklanarak açıklamayla sınırlanmayan, daha çok sayıda faktörü dikkate alan izah çabaları karşımıza neleri çıkarır? Birkaçına işaret edelim. 1200’lerdeki Moğol işgali ve tahribatı İslam Dünyası’nın gerilemesinde elbette rol oynamış olmalı. Ancak, bir başka yaklaşıma göre, İslam dünyasındaki güç merkezleri -meselâ Bağdat- işgalden önce çökmüştü. Moğol işgalinin başarılı olması bunun bir sonucuydu. Bununla beraber, Moğol işgali, büyük tahribatla karşılaşan Müslümanları hiç olmazsa ellerindekileri koruma ve arzularıyla eskinin özgüvenli ve dünyaya açık sosyal-siyasî modelleri yerine ise kapanık ve otoriter modelleri benimsemeye itti. Moğolların sonunda Mısır’daki otoriteryen Memluklar tarafından durdurulması bunu kolaylaştırdı. Müslüman Dünyası kurumsal keşif ve kurumları geliştirme gücünü kaybetti. Bir zamanlar dünya ticaretine temel teşkil eden ve yön veren kurumlarını yenileyemedi. Bunda belki içtihat kapısının kapanması da bir rol oynadı. Neticede içtihat kapısının kapanması ifade özgürlüğünün yok edilmesi anlamına geliyordu. Batı ise ters istikamette hareket ediyordu. Ancak, içtihat kapısının hiç kapanmadığını, bunun hayatın doğasına aykırı olduğunu, bu yüzden kurumsal icat ve gelişme eksikliğinin sebeplerinin başka yerlerde aranması gerektiğini söyleyenler de var. Ümit Burnu’nun dolaşılması ve ticaret yollarının değişmesi veya alternatif yolların doğması da İslam coğrafyasının dünya ticaretindeki merkezî yerini sarstı. Son olarak, Timur Kuran’a göre, Müslüman hukuk bilginlerinin yenilenmenin önünü kesen, tutucu yorumları, kurumsal icatçılığı iyice zorlaştırdı. İşte bu ve benzeri faktörler Müslümanların nispî olarak geriye düşmesine sebep oldu.
Bunların İslam topraklarının nispî gerilemesinde bir payı mutlaka olmuştur. Ancak, ben, bu gerilemeyi başka ülkeler ve kültürler için de kullanılan bir kavramla açıklamaya çalışmanın da denenmesi gerektiğini düşünüyorum. Buna kısaca ‘Müslüman zihninin (aklının) kapanması’ diyebiliriz. Bunun anlamı şudur: Parlak dönemlerinde dünyaya açık, başka kültürlerden öğrenmekten ve etkilenmekten korkmayan, özgüvenli, toleranslı, sadece klasik dinî kaynakları okumakla yetinmeyip Allah’ın tabiat, kâinat, insan, insan toplumu kitabını da okumaya ve bilgi kaynağı olarak kullanmaya yatkın, yetkin ve yetenekli Müslüman aklının yavaş yavaş bu vasıflarını kaybetmeye başlaması ve zaman içinde bunun birikimli sonucu olarak içe kapanık, fasit bir dairede dönen bir akıl tipinin ortaya çıkması. Eğer bu tespit doğru ve anlamlıysa, temel tartışma konusu, ‘Müslüman zihninin (aklının) nasıl açılacağı’ olacaktır.
Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.