Mürşitpınar sınır kapısından dünyaya bakış

Çağımız, ulus devletler ve genellikle ulus terimiyle adlandırılan büyük kolektif kimlikler çağı. Dünya toprakları siyasî parçalara ayrılmış ve devlet denilen zor tekeline sahip organizasyonlar kendilerini belirli parçaların egemeni ilan etmiş.

 

Bu egemenlik bireylerin hayat ve özel mülkiyet haklarını bile aşan bir yetki çuvalına dönüşmüş. Her siyasî coğrafyanın asıl sahibi devlet. İnsanlar bunu yalnızca kritik anlarda, meselâ özel mülkiyeti ezen büyük kamusal altyapı yatırımlarına girişildiğinde veya insan hayatını harcayan savaşlar çıktığında-çıkartıldığında (yani egemenler halklarının sırtından birbirine efelendiğinde) anlayabiliyor. Egemenler insanların yararına yapılıyor gerekçesiyle toprak parçalarına sunî sınırlar çizmiş. Bir yerden öbür yere gidişi ya tamamıyla yasaklamış veya izne bağlı ve geçici süreli hâle getirmiş.

Pasaport denilen seyahat belgesini icat etmiş. Her egemen kendi işgalindeki toprak parçasının sakinlerine onların sınırın ötesindekilerden farklı olduğunu telkin etmiş (biz) ve zamanla onları buna inandırmış. “Yabancılar”ın kendi vatandaşlarının yaşadığı topraklarla ilgili “kirli emelleri” olduğunu veya “yabancıların işgal ettiği” toprakların aslında onlara ait olduğunu telkin etmiş. Böylece “milli güvenlik” denilen “ucube” doğmuş. Egemenler bizzat yarattıkları tehlikeleri defetmek için halklarından insan gücü ve kaynak talep etmeye ve insanların üretiminin önemli bir bölümünü gasp edip harcamaya başlamış.

Yukarıdaki anlatım günümüz dünyasının hayli gerçekçi bir tasviri. Peki dünya hep böyle miydi? Ne yazık ki tarih boyunca siyasî veya gayri siyasî sebeplerle insanlar kitleler hâlinde birbirine saldırdı. Savaşlar oldu. Katliamlar ve soykırımlar yapıldı. Ancak tarihin hiçbir zaman dilimi bu bakımdan 20. yüzyıl ile yarışamaz. Savaşlar hiçbir zaman 20. yüzyıldaki kadar korkunç ve geniş çaplı olmadı. 20. yüzyıl savaşı kitleselleştirdi ve kitle imha silahlarıyla cephe ötesine taşıdı. Orduların savaşı bitti, topyekûn savaş çağı doğdu. Artık devletler dev ordular besliyor. Toplumlar orduların hizmetkârına dönüşmüş vaziyette. “Milli güvenlik”, “milli çıkar” gibi muğlak kavramlar çoğu zaman devletlerin toplumlarını terbiye etme ve sömürme araçları. “Kamu yararı” kavramı da benzer bir fonksiyona hizmet etmekte ve her ne hikmetse hep güçlülerin ve zenginlerin menfaatine tecelli etmekte. Toplumlar devlet ideolojisinin yarattığı sembollerle hipnotize olmakta ve sunî bir ulus devletler dünyasında ömrünü heder etmekte.

Bütün bu düşünceler, Şanlıurfa’nın Suruç ilçesinin kapalı Suriye sınır kapısı Mürşitpınar’da bir grup Suruçlu dostla dikilip sınırın öte tarafını gözlerken aklımdan aktı. Harran Adalet ve Hukuk Derneği’nin davetlisi olarak bir dizi entelektüel faaliyet için Şanlıurfa’ya gitmişken, Suruç’a da uğradım. Kapı, Suruç’a sadece 10 km mesafede. Sulanmaya hazırlanan münbit ovada otomobille beş dakikada varılan sınıra yaklaştıkça insanı hüzün basıyor. Sınırda ilk dikkat çeken şey dikenli teller. Bana refakat eden dostlar tellerin Türkiye tarafındaki arazinin mayınlı olduğunu söyledi. Sınır karakoluna 50-100 metre kala araçtan inip sınıra yürüyünce sınır karakolunda görevli nöbetçi eri telaş basıyor. Şaşkın ve endişeli. ‘Bu insanlar burada ne arıyor’ diye düşünüyor, besbelli. Birileri hatıra fotoğrafı çektirmeye başlayınca “yasak” diye bağırıyor. Onu üzmemek için insanlar dikkatli.

Sınırın öte tarafında bir Suriye kasabası. Suruç halkı gibi onun halkı da Kürt. İki tarafta akrabalar var. Durum trajikomik. Sinan Çetin’in Propaganda filminin gerçek bir versiyonuyla karşı karşıyayız. Anlaşılan bir sabah uyanınca ailelerin bir kısmı o tarafta bir kısmı bu tarafta kalmış. Suruçlu akraba ziyareti için 10 km yolculuk yapmak yerine en yakın sınır kapısından Suriye’ye girip neredeyse 200 km yol kat ediyor. Yani sınır kapısı kapalı. Niye? Arazide doğal bir engel yok. Ne aşılmaz bir dağ, ne geçilmez bir vadi mevcut. Bir topu hızla yuvarlasanız Suriye kasabasının kenar mahallelerinde durur. Ama sınır kapalı. Mallar ve insanlar bir taraftan öbürüne geçemiyor. Çünkü egemen devlet(ler) böyle buyuruyor.

Bunun iki taraftaki halka büyük bir maliyeti var. Suruç’taki yaklaşık 2.000 aile öbür yakadaki akrabalarıyla ilişkide zorluk çekiyor. Kapı aslında 1980’li yıllara kadar açık kalmış, sonra kapatılmış. Kapalı sınır ekonomik-ticarî ilişkilere de zarar veriyor. Suruç, zaten fakir bir bölge. Büyük göç veriyor. Göçün bir kısmı mevsimlik. Bu yüzden okullarda eğitim aksamakta. İlköğretim ve lise öğrencilerinin % 40’ı hâlâ başka yerlerde tarım işçiliğinde. Aynı çocuklar okullarından erken ayrılarak yine okul kapanma gününden önce tarlalara koşacaklar.

Suruç halkı Mürşitpınar sınır kapısının açılmasını çok istiyor. İşleyen bir sınır kapısının bölgenin ekonomik ve sosyal hayatına büyük katkısının olacağına inanıyor. Bunun için binlerce imza toplamış ve resmî makamlara iletmiş. Sınır gümrük binalarının onarılmasına katkı için de gönüllü olarak 60 bin lira toplanmış. Büyük bir ihtimalle kapının açılmasını Suriye’nin sınırda yaşayan halkı da istiyor. Öyleyse kapı niye açılmıyor? Bilinmeyen bürokratik engeller mi var? Yoksa bürokrasinin her zamanki yavaşlığı mı sorun? Kapının açılması hükümetin komşularla (bu arada Suriye ile) “sıfır sorun” politikasına da uygun. Açılan her sınır kapısı gibi Mürşitpınar’ın da halkların kardeşliğine ve ortak refaha yeni ufuklar açacağı aşikar. Bu yüzden hükümet bir an evvel bu işi halletmeli. Umarım kapı en kısa zamanda açılır ve ben Mürşitpınar kapısında hüzün değil sevinç, durgunluk değil hareketlilik görmek için tekrar giderim. Böylece devletlerin cehenneme çevirdiği dünyada kendime küçük de olsa kişisel bir mutluluk gerekçesi bulmuş olurum.

05.11.2010, Zaman
 

 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et