Son günlerde hükümet çevresinden ve bürokrasiden gelen bazı işaretler iktidar partisinin muhafazakâr otoriteryenizme doğru gittiği suçlamasında haklılık payı olduğu kanaatini yaygınlaştırıyor. Eğer bu yargı doğruysa, bunun sadece kategorik AKP karşıtlarını değil, AKP iktidarının Türkiye’nin demokratik dönüşümüne yaptığı katkıyı takdir etmekte şimdiye kadar bir beis görmemiş olan -liberali, solcusu ve muhafazakârıyla- bütün demokratları endişeye sevk etmesi gerekir.
Önce şunu teslim edelim: Muhafazakâr bir tabana dayanan ve kimliğinde dini-muhafazakâr değerlerin öncelikli yer tuttuğu bir partinin iktidarında muhafazakârlığın görünürlüğünün artacağı ve bunun kamu alanına da yansıyacağı tabiidir. Böyle bir iktidar döneminde yer yer muhafazakâr değerleri referans alan toplumsal-kültürel baskıların ortaya çıkması da beklenebilir.
Ancak, temel hakların genel hukuki rejiminde bir kısıtlamaya yol açmaması ve “muhafazakâr şiddet”i teşvik etmemesi kaydıyla, bu durumun demokrasi bakımından itiraz edilecek bir yanı olmasa gerektir. Çünkü, bu sınırlar içinde kalması halinde, yarışmacı-demokratik bir sistemde bu gibi dönemler geçici ve değişken olacaktır. Ayrıca, ifade ve örgütlenme özgürlükleri bu muhafazakâr “hegemonya”yı dengelemek ve toplumun çoğulcu yapısını korumak bakımından işlevsel olacaktır.
Bugün karşı karşıya olduğumuz mesele, halihazırdaki siyasi durumun bu sınırları aşmış olup olmadığıdır. Son günlerde olanları hatırlayalım: “Milli ve manevi değerler”le bağdaşmaz bulunan bir televizyon dizisine RTÜK’ten uyarı cezası geliyor, içki tüketimini neredeyse “içki yasağı” olarak yorumlanabilecek katı kurallara bağlayan idari düzenleme yapılıyor, Başbakan beğenmediği bir sanat eserinin yıkılması emrini veriyor. Bir de bunun daha geniş bir arka planı var: Başbakan Arap dünyasında “sultan” muamelesi görmekten hoşnut duruyor, kendisine “mümtaz şahsiyet” ödülü verenlerin önünde İslâm dünyasının “kendisine yeter” olduğunu söylüyor ve buralardaki konuşmalarında doğruluk ve adaletin referansları hep İslâm oluyor.
Ben şahsen halihazırda muhafazakâr-otoriteryen bir rejim altında olduğumuz kanaatinde değilsem de, bu durumu rahatsız edici buluyorum. Çünkü, bu görüntü, kendisini “rahat” hissetmesi halinde AKP iktidarının muhafazakâr-otoriteryenizm yönünde adımlar atmaya istekli olduğunu gösteriyor. Türkiye’nin siyasi sistemini liberalleştirmek ve demokratikleştirmek yönünde hatırı sayılır adımlar atmış olan bir partiye böyle bir isnatta bulunmanın tutarsız ve haksız olduğu söylenebilirse de, sanıyorum ki bu konuda tutarlı bir açıklama yapılabilir.
Şöyle ki: AKP iktidarının AB referanslı liberal-demokratik açılımlarının, kendi muhafazakâr tabanını genel bir özgürlükler rejimi içinde rahatlatma saikiyle yakın bir ilişkisi var. Bunu, hükümetin geniş dindar-muhafazakâr kesimleri özgürleştirme ve sistemin eşit ve katılımcı özneleri haline getirme çabasında bir yanlışlık gördüğümden söylemiyorum. Sorun, AKP’nin kendi tabanının muhafazakâr değerlerini bütün toplum için “normal” olan gibi algıladığı izlenimi de vermesinden kaynaklanıyor.
Bu algıyı, özellikle Başbakanın demokrasiyi “çoğunluğun iradesi”yle özdeşleştirme eğilimiyle birleştirirseniz, ortaya çıkacak “Türkiye tasavvuru”nun nasıl bir şey olacağını kestirebilirsiniz. Böyle bir tasavvurun sözde demokratik meşruluğunun, onun arkasındaki çoğunluğun mümkün olduğunca genişlemesine de bağlı olduğu gerçeği, Başbakanın seçmen tabanını % 50’nin üstüne çıkarma projesini de daha anlamlı kılabilir.
Neyse ki, Türkiye’nin iyi-kötü çoğulcu yapısı ve uluslar arası bağlantıları, bunu AKP önderliğinin “gönlünde yatan” bir tasavvur olarak kalmaya mahkûm ediyor.
Star Gazetesi, 15 Ocak 2011