CHP milletvekili Oktay Ekşi, “en yaşlı üye” sıfatıyla açtı dün Büyük Millet Meclisi’ni. Ağzından çıkan ilk sözlerden biri ise “Cumhuriyetin değiştirilmesi teklif dahi edilemeyen kurucu felsefesi”nin önemi oldu.
Sayın Ekşi’nin bunun ardından bir de “demokrasi”den söz etmesi ise şaka gibiydi. Öyle ya, birileri topluma “ben size bir felsefe bahşettim, bunu değiştirmeyi aklınızdan bile geçirmeyin sakın” diyecek, sonra da aynı toplumun demokrasiye, yani “kendi kendini yönetme hakkı”na sahip olduğuna sahip olduğuna inanacağız. Olur şey değil…
Neyse… Yeni meclisteki tatsızlıklar, Sayın Ekşi’nin bu arkaik sözlerinden ibaret değildi kuşkusuz. Daha büyük sorun, BDP’nin parlamentoyu tam kadro boykot etmesiydi. Sanki Hatip Dicle’nin ve KCK sanıklarının meclise giremeyişinin sorumlusu yargı değil de meclismiş gibi…
BDP adına konuşan Gülten Kışanak’ın yaptığı “grup toplantılarımızı bundan sonra her hafta Diyarbakır’da, Amed’de gerçekleştireceğiz” şeklinde açıklama ise, “boykot”un devamlı olabileceğinin göstergesiydi. Ve kötü bir haberdi kuşkusuz.
Diyarbekir’e ne oldu?
Ben ise, bu haberi yorumlamadan evvel, BDP’lilerden sık sık duyduğumuz bu “Amed” lafına dair iki çift laf etmek istiyorum.
Bugün “Diyarbakır” dediğimiz kentin, Osmanlı devrindeki isminin “Diyarbekir” olduğu mâlum. Mevcut ismin, 1937 yılında Atatürk tarafından ve oldukça keyfi ve ideolojik bir biçimde empoze edildiği de mâlum.
Dolayısıyla ben bugün Diyarbakır’a “Diyarbekir” denmesine sempatiyle bakıyor, çünkü toplumların tarih içinde kendiliğinden oluşan tabii kültürüne yapılan siyasi müdahaleleri sevmiyorum. Fakat, aynı sebeple, pre-İslamik dönemden kalma “Amed” kelimesinin yine siyasi bir müdahaleyle diriltilip empoze edilmesini de benimsemiyorum. Dahası, şehrin ismini “öz Türkçeleştiren” Türk Kemalizmi ile, aynı ismi “öz Kürtçeleştiren” Kürt Kemalizmi arasındaki bu “zıtlık içindeki benzerliği” pek enteresan buluyorum…
Bu ufak tarihsel nottan sonra gelelim “güncel”e… Yani meclisin kilitlenmişliğine…
Buradaki kilitlenmeye sebep olan BDP ve CHP’nin durumu kuşkusuz birbirinden farklı.
CHP, iki adayının tutuklu kalması nedeniyle tepkili. Ama bu tepkiyi, tüm bir siyasal sistemi reddederek değil, meclise girip yeminden imtina ederek gösterdi. Bence CHP’liler keşke bunu da yapmasalar, yani yemin edip görevlerine başlasalardı; ama en azından sandalyelerini terk etmediler.
Meclise ne olacak?
BDP ise meclis yerine “Amed”de toplanmakla, devletin bir kurumunun (yani yargının) yarattığı bir kriz nedeniyle tüm devleti (ve hatta ülkenin başkentini) boykot etmiş oldu. Bu, BDP’nin “Türkiye partisi” filan olmadığının, “Türkiye’de kalsak mı kalmasak mı” ikileminde gidip geldiğinin resmiydi bence.
Haydi buna bile eyvallah da, oradaki asıl sorun BDP’nin sürekli gösterip durduğu “şiddet kartı”. Umarım “Bağımsızlar”ın boykotu bir de bununla birleşip Türkiye’yi daha beter gerilimlere sürüklemez.
Oysa böyle bir risk çok yakıcı bir biçimde var. Dahası, BDP ve CHP’nin katılmadığı bir meclisin, bırakın anayasa yapmayı, yasa bile çıkaracak huzurdan yoksun olacağı ortada.
Tam da bu yüzden, iktidar partisinin, bu krizin oluşmasında hiç bir sorumluluğu olmasa da, bir çözmek üretmek için mutlaka devreye girmesi gerek. Başbakan, “bu tutuklu kişileri bile bile aday yaptılar” şeklindeki eleştirisinde haklı olabilir. Ama yine de memlekete bir çözüm lazım ve bu herkesten çok ondan bekleniyor.
Dolayısıyla, dilerim ki Başbakan, bir an önce, “krizi çözmek için ne gerekiyorsa yapacağız” desin. Ve hem istikrar, hem de “balkon konuşması ruhu”, sürsün…
Zaman,
29.06.2011