O tam da cennet ile cehennemin ortasında “Cehennet’ten” çıkmış biri aslında. Onun vicdanı ve yüreği bu toprakların senelerdir beklediği tohumu belki de. Kibarlığının gölgesinde beslediği “cesur bir yürek” o. Yeni Şafak Gazetesi Yazarı Markar Esayan’la edebiyata olan ilgisini, Hrant Dink’i, Taraf’tan ayrılış sebeplerini, 17 Aralık Süreci’ni ve 1915’i Sivil Düşünce için konuştuk. İşte o söyleşi sizlerle;
Markar Esayan her şeyden önce bir edebiyatçı. Öncelikle bu edebiyatçı yönünüzü konuşalım isterseniz… Edebiyatçılık nereden geliyor?
– Çok küçüklüğümden itibaren edebiyata ilgiliydim. Daha çok da şiirle. Çok okuyan bir ablam vardı ve müthiş bir kütüphaneye sahipti. Oradan gelen bir okuma yönüm var. Benim eğitimim işletme ve kültürel incelemeler üzerine. Ne siyasetle ne de edebiyatla ilgili bir eğitim gördüm. Zaten ailemin işi olan tekstil üzerine ticaret yapıyordum. Ve başından beri yazmak istiyordum. Roman ve köşe yazarı olmak gibi bir hayalim vardı. Böyle bir hayatım varken 1996 yılında Agos’un kurulmasıyla her şey değişti.
Peki ilk durak Agos… Agos maceranız nasıl başladı?
– Bizim Ermeni Cemaati’nde büyük bir heyecan yarattı Agos. Önceleri Agos’a deneme yazıları gönderiyordum. Ve benim hayatım bu noktadan sonra yavaş yavaş değişmeye başladı. İlk yazımın yayımlandığı günü hiç unutamam. Daha sonra yazmaya devam ettim ama birkaç yazım basılmadı ve büyük bir hayal kırıklığına uğradım. Bunun üzerine yazılarımı kestim. Derken Hrant Ağabey aradı; kendisiyle daha tanışmıyordum ama hayranıydım. Bana artık neden yazı göndermediğimi sormak için aramıştı. Ben de yazılarımı basmadıkları için yazı göndermeyi kestiğimi söyledim. Güldü. Hrant Ağabey bana gazetecilikte bu tarz şeylerin olabileceğini söyleyerek yazılarımı beklediğini ifade etti. Ben ise teşekkür ederek artık yazı göndermeyeceğimi yineledim. “Basıp basılmayacağını bilmeden neden yazı gönderiyim?” diye de çıkıştım. Hrant Ağabey o an çok şaşırdı ve “Ne yapacağız?” diye sordu. Ben de köşe verirseniz yazılarıma devam ederim” dedim. Şaşırdı ve biraz duraladı. Sonra “verdim gitti” diyerek kabul etti ve Agos maceram bu şekilde başlamış oldu. Bu motivasyonla ilk romanım olan ailemin hayat hikâyesini yazdım ve İnkılap Kitabevi’nin o yıl büyük roman ödülünü aldı.
Senelerce Hrant Dink’le çalıştınız, onu en yakın tanıyanlardan birisiniz. Nasıl birisiydi Hrant Dink ve size neler kazandırdı?
– Ben yazılarımı dışarıdan gönderiyordum. Mutfakta birlikte hiç çalışmadık. Ama Hrant Ağabey sayesinde deneme yazılarından siyasi ve gündeme dair yazılara geçiş yaptım. Hrant Ağabey’in bakış açısı beni çok etkilemiştir. Çok sahih bir adalet duygusu vardı Hrant Dink’in. Ben Hrant Ağabey’in yanlış yerde durduğunu hiç görmedim. Bunu bir abartı olarak söylemiyorum cidden. O vicdanıyla az bulunur zekâsını çok iyi birleştiriyordu. Bu çok büyük bir lüks. Örnek seçtiğiniz kişi sizin vicdanınızı onaylar tavırlar alıyor. Bu insana ayrı bir cesaret veriyordu tabii ki. Barışın ve uzlaşmanın dilini kuran birisiydi o. Beni de bu bakış açısıyla ciddi anlamda eğitti. Dünyayı, olayları ve insanları daha iyi anlamamı sağladı. Hrant’tan sonra da 2008’in başına kadar Agos’un mutfağında onun bana kazandırdıklarını hayata geçirme arzusuyla birlikte yer aldım ve ondan sonra da Taraf maceramız başlamış oldu.
Taraf maceranıza geçmeden önce bir edebiyatçı gözüyle baktığınız vakit Türkiye’deki siyaset sizce ne anlama geliyor?
– Türkiye toplumunda siyaset itibarsız bir şey olarak görülse de benim için siyaseti anlamaya çalışmak çok keyifli bir şey. Aslına bakıldığında her şey siyasidir. Mesela Ermeni olmak, dindar olmak, kadın olmak, işçi olmak siyasi bir şeydir. Edebiyatı da siyasetten ayrı tutamazsınız. Siyaset hayatın nasıl algılandığı ve hayattaki sorunların nasıl çözülebileceğine dair tekliflerin işlevselleştiği dünyadır. Türkiye’de insanlar siyaseti profesyonel meslek olarak algılıyor ama aslında böyle bir çerçeveden bakınca her kesimin her bireyin siyasi bir özne olduğunu anlayabilirsiniz. Siyaset bana göre başka bir açıdan bakıldığında da var olmanın aracı. Hayata müdahale etmelisiniz, yoksa nesne olursunuz ve başkalarının sizin adınıza karar vermesini izlemekle yetinirsiniz. Müdahalede şiddeti dışladığımıza göre, siyaset etkili tek var olma alanıdır. Ve insan her şartta siyaset yapabilir. Yani vekil olmanız şart değil.
Agos’tan sonra Taraf macerası başladı. Biraz da Taraf’ı konuşalım… Nasıl başladı Taraf macerası?
– Agos benim için ne kadar büyük bir heyecan yarattıysa Taraf gibi bir gazetenin Türkiye’de çıkabilmiş olması da bende büyük bir heyecan yarattı. Taraf’ın kuruluş aşamasında olmadığım için o zamanlar bu portreyi gördüğümde “keşke orada ben de olsam” dediğimi hatırlıyorum. Ben kurucu kadroda değildim. Taraf’ın ilk haberlerini büyük bir ilgiyle izliyordum. Gerek Hrant Dink cinayeti ilgili, gerekse Dağlıca haberleri gerçekten Türkiye’de bir ilkti. Daha sonra tesadüf eseri bir röportajda Yıldıray Oğur’la karşılaştık. Hatta yakın bir diğer dostum Leyla İpekçi de vardı. Röportajdan çıktığımızda Yıldıray bana ne yaptığımı sormuştu. Ben de Agos’tan ayrıldığımı, yazılarımı gönderdiğimi ama artık kendi işimle meşgul olduğumu söyledim. Yıldıray bana “bize gelmeyi düşünür müsün” diye sordu. Ben de “düşünürüm” dedim. Yıldıray, Alev Er’le görüşmüş olacak ki sonradan beni çağırdılar ve 2008 yılının Nisan ayında Taraf’a başladım. Profesyonel basın hayatına da Taraf’la birlikte girdiğim söylenebilir. Bu alemde hiçbir tanıdığım, geçmişim ve tecrübem yoktu. Ama iyi oldu.
Şöyle bir geriye baktığınızda Taraf’ta bugüne kadar neleri gerçekleştirdiğinizi düşünüyorsunuz?
– Öncelikle bazı üstünlerin, askerlerin asla eleştirilemez ve hesap sorulamaz olduğuna dair algıyı bu gazetenin yıktığını söyleyebilirim. Taraf’ın kaderi şu an nereye savrulursa savrulsun gazetenin o zamanki işlevi Taraf’ı aşan bir şeydir. Özel bir dönemdi. Toplumun korku eşiğini geçmesini sağladı.
Taraf’tan 26 yazarla birlikte editoryal bağımsızlığa müdahale sonucu ayrıldınız… Ayrılışınızın özünde ne vardı?
– Ahmet Altan ve Yasemin Çongar’ın ayrılmasından sonra bizim yaptığımız gazete bir süre sonra aniden beğenilmemeye başlandı. Oysa tirajı ikiye katlamış, Akil İnsanlara 6 yazarımızı kazandırmış, Çözüm Süreci’ne adeta sigorta olmuştuk. Yönetime müdahalelere izin vermedik. Direnebildiğimiz kadar direndik. Sonra da fiilen gönderildik. Böylece bahsetmiş olduğum o dönem de kapanmış oldu. Ama itiraf etmeliyim ki, Taraf’taki en keyifli dönemim, bizim yönetime geldiğimiz dönemdi. Gazete son dönemlerde neredeyse ayrılmayı düşüneceğim kadar sertlik ve savrukluk içindeydi. Onu hızla toparlamış, kaybettiğimiz okurları geri kazanmıştık. Ne yazık ki kısa sürdü.
Artık Türkiye’nin siyasi gündemine doğru bir geçiş yapalım. Türkiye’de 17 Aralık’tan bu yana bir süreç yaşanıyor. Bu süreci ve yaşanan gelişmeleri nasıl değerlendiriyorsunuz?
– Aslında tüm bu yaşananlar ne kadar sert yaşanıyor olsa da Türkiye’nin yaşaması gereken şeylerdir. Son derece normaldir ve ertelenemez bir krizi yaşamaktayız. Bu nedir? Türkiye’de bence geçirmiş olduğumuz son referandumla askeri vesayet ciddi bir risk olmaktan çıkmış oldu. Askeri vesayet Türkiye’de hiç kaybetmemişti ve bu şekilde kaybetmiş oldu. Sivillerin yöneteceği yeni dönemde biz sanki yeni bir devlete kavuşmuşuz gibi düşündük. Yargı tamamen düzelmiş, bürokrasi tamamen düzelmiş gibi düşündük. 80 – 90 yıllık bürokratik rejimin yönettiği Türkiye’deki gelenek 5- 10 yılda hemen düzelebilecek bir şey değil. Biz böyle bir şey olduğunu sandık ama Türkiye’de vesayet rejimin sadece aktörlerinin değişmiş olduğunu gördük. Emniyet ve yargı içerisindeki bir grubun hatta darbe planlarıyla kavga eden bu grubun kendini seçilmiş hükümetten daha güçlü hissederek onun yerine karar alıp uygulama yoluna gittiklerine dair kanaatler var. Biz şu anda askeri vesayetten kurtulduk ama sivil vesayet denemeleriyle karşılaşmış olduk. Türkiye’de sivil vesayet krizi yaşıyoruz şu anda ve hükümette buna bir şekilde müdahale ediyor. Kendi önlemlerini alıyor ve halka anlatıyor. Buradaki temel mesele herhangi bir vesayet odağının seçilmiş hükümetin yerine karar alması lüksüne sahip olmamasıdır. Verilen mücadele de bence bu anlamda önemlidir.
17 Aralık’tan bu yana seçilmiş siyasal iktidarın sorunun çözümü adına göstermiş olduğu refleksi nasıl değerlendiriyorsunuz?
– İktidarın 7 Şubat’taki MİT krizinden daha sakin ve daha hazırlıklı olduğunu gözlemliyorum. 17 Aralık’tan sonra çok hızlı bir toparlanma içerisine girdi hükümet. Refleksi de çok doğal. Bu refleks önce hükümeti koruma refleksiydi ardından da devleti koruma refleksine dönüştü. Bu konuda da siyasal iktidar HSYK gibi, görevden almalar gibi tasarruflar uyguluyor. Elindeki enstrümanları kullanıyor. Bunlar sonuçta gayrı meşru değil. Halk gözündeki meşruiyeti de bu yapılanların doğru olmasıyla alakalı. Çok bağımsız davranabilen bir yargı mekanizmamız var ama bu bağımsızlık ne kadar tarafsızlığı içeriyor bu bir soru işareti. Herkesin yargıdan yana bir şikayeti varsa ortak mağduriyet noktasında yargının tarafsızlığına tüm herkesin ikna olması gerekiyor. Bunun da telafisi ancak ve ancak reformlarla gerçekleşir.
Zaten bakıldığında yargının siyasi kararlarına siyasetin siyasetle cevap vermesinden daha doğal ne olabilir?
– Evet bu Türkiye’de çok eleştiriliyor ama başka ne gibi bir şey yapılabilir ki? Siyasete bir müdahale varsa, hükümetin buna reaksiyon göstermesi kadar doğal olan bir şey yok. 2005’den bu yana dokunulamayan TMK’nın bu krizden sonra değiştirileceğini söylüyor hükümet. Bu da hayırlı bir şey aslında. Sonuçta gerçekten bağımsız ve özellikle de tarafsız bir yargıya ihtiyacımız olduğu açık.
Peki konuyu biraz daha açmak gerekirse siyasal iktidarın en büyük vaatlerinden biri olan sivil anayasa yazımı bu krizden sonra daha sağlam bir zemin üzerinde mi yazılacaktır?
– Benim öyle bir tezim var doğrusu. Yazılarımda da bahsettim. Türkiye artık 17 Aralık gecesindeki Türkiye değil, Türkiye bir anda değişti. Siyasal iktidarın bir anda TMK’yı kaldırmak istemesi, Kürt siyasetinin ve Öcalan’ın Gezi Olayları’nda ve bu krizde durduğu sağlam yer Yeni Türkiye’nin kuruluş sözleşmesinin iki sosyoloji üzerine oturtacak. AK Parti’nin dindar tabanıyla Kürt sosyolojisi Türkiye’nin yeni anayasasını yapacak olan iki dinamik güç olacaktır bence. Bu zaten böyleydi ama, son olayla bu artık halk nezdinde de kesin meşruiyet kazandı. Çünkü dindarların doğal müttefiki Kürtlerdir, bunu da zaman içinde daha iyi görebileceğimizi düşünüyorum.
17 Aralık Süreci’nden sonra Ergenekon, Balyoz gibi davaların yeniden yargılanması gündeme geldi. Bu konuyla alakalı olarak neler düşünüyorsunuz?
– Bu konuya olumlu bakıyorum. Ergenekon, Balyoz ve Kafes gibi operasyonları yapan irade aslında 7 Şubat, 17 Aralık ve 25 Aralık gibi operasyonları da yapan irade. Dolayısıyla siyasi ve tarafgir. Yargının tarafsızlığıyla ilgili şüphelerimiz o dönemde de vardı, lakin elimizde pek fazla bilgi olmadığından bunları ilkesel olarak vurguluyorduk ama artık elimizde yeni bilgiler de mevcut. İçeride yatan bir kişi bile suçsuz yatıyorsa bunlarla yüzleşmemiz gerekiyor. Ergenekon, Balyoz gibi davaların doğruluğunu tartışmıyorum, bunlar tabi ki doğru davalardır ama kurunun yanında yaş ne kadar yandı ona da bakmamız gerekiyor. Aynı şekilde KCK’da da gördük bu siyasiliği. Büşra Ersanlı, Ragıp Zarakolu gibi isimler de bu operasyon kapsamında içeriye alındı. Tekrar bu dosyalara bakmak yargının yeniden güvenilirliğini kazanması açısından önemli. Birtakım hataları telafi etmek ve bunun da altyapısını doğru kurmak gerekiyor. Hüküm bazında değerlendirme yapılabilir. Davaların meşruiyeti değil sorun. Yargı meşru sınırından herhangi başka bir amaç için ne kadar dışarı taştı, hangi deliller üretildi, bunlar tesbit edilmeli. Öyle ki darbelerle yüzleşme işini de düzgün tamamlamış olabilelim.
Tüm operasyonların akabinde Hrant Dink Davası için de aynı şüpheleri barındırıyor musunuz?
– Ergenekon, Balyoz, Kafes ve İzmir’deki Casusluk Operasyonu’yla alakalı operasyonlardaki şüphe beni Hrant Dink Davası’na da şüpheli bakmama itiyor. Zaten bu dava şüpheli bir davaydı. 7 yıldır Hrant Dink dosyası gündemde. Hrant Dink’in normal bir ülkede öldürülmesi mümkün değildi. Çünkü Hrant’ı öldürmek isteyenlerin bir gazeteye ilan vermedikleri kalmış. Tam bir Kırmızı Pazartesi. Trabzon Emniyeti – Jandarması, İstanbul’a, İstihbarat Daire Başkanlığı’na gelmiş ihbarlar var. O kadar ki adamlar silah bile beğenmeye başlamışlar. Bunların hepsi devletin bilgisi dahilinde. 7 yıla baktığınızda da tüm devlet görevlileri korunmuş. Yargıtay örgütü kabul ediyor ama Erhan Tuncel ve Ogün Samast olarak kısıtlıyor örgütü. Bu örgüt organizasyonunu bir irade görmezden geldi. Davalar birleştirilmedi, tapeler, deliller kabul edilmedi. Çok açık bir yargı ihlali var. AİHM mahkumiyeti, DTK ve BTK raporları var. Dolayısıyla da bu davada da kimsenin zan altında kalmadan şeffaf bir şekilde yeniden yargılama yapılması şart.
Siz bu topraklarda doğmuş, büyümüş bir Ermeni’siniz ve 1915’in de 100. Yılı yaklaşıyor. Sizce Türkiye bu konuyla ilgili olarak neler yapmalıdır?
– 1915 konusunda Türkiye’nin kendisini varsaydığı durumdan çok ötede olduğunu düşünüyorum. Türkiye son 10 – 12 yılda toplum bazında çok büyük bir mesafe aldı bu konuda. Aslında bakıldığında bu ülkede Dersim’i tartıştık, Başbakan bile devlet adına özür diledi. İstiklal Mahkemeleri’ni tartıştık, Kürtler’in nasıl öldürüldüğünü tartıştık. Darbe planlarını konuştuk. Buradan bakıldığında sadece 1915’te mi haklı devlet? Dolayısıyla sadece Ermeniler mi suçlu? Bir halk 5000 yıldır yaşadığı topraklardan milim milin kazınmış. Bunun adının hukuksal olarak ne olduğuyla ilgilenmiyorum. Henüz orada değiliz. Benim için olayın vicdani yönü önemlidir. Hükümetin de insani bir tavır alması, eski zihniyeti terk etmesi, dilini yenilemesi beklentimdir. Bu ülkede herkese bedel ödeten zihniyetin temelleri 1915 yılında atıldı. Bunlarla yüzleşmek bizim kazancımız olacaktır. Bu Ermenilerin değil, hepimizin meselesidir.
Ekin Gün / Sivil Düşünce Haber Müdürü
ekingun@gmail.com