Markar Esayan- Gezi krizi sonrası hasar ve kazanç raporu

Üç haftalık zor, sıkıntılı ve endişe verici günlerden sonra, biraz daha sakinleştiğimizi düşünüyor ve umuyorum. Hepimizi geren, yoran bir deneyim yaşadık. Şimdi daha aklı selimle hareket etme, düşünme zamanı. İnsanlar yapıları gereği gerginken normal şartlarda yapmayacakları şeyleri yapıyor, söylemeyecekleri şeyleri söyleyebiliyorlar. Sakinleşince ise, fabrika ayarlarımıza dönüyoruz. Bunun bilincinde olmak, hem gergin anlarımızda kontrolümüzü yitirmemeye, hem de sonrasında bu gibi anlarda yaptıklarımızı sahiplenmemeye yarayabilir. Önceki bir yazımda, “Birbirimizin yüzüne bakacağız” uyarısında bulunmam bu nedenleydi.

Baştan beri altını çizdim: Hükümetin ve Başbakan Erdoğan’ın üç iktidar döneminde yaptığı veya yaptığı iddia edilen hatalar ile, son bir ayda yaşadıklarımız arasında siyasi bir orantı yok. Türkiye’de iktidara muhalefeti bir iç çatışma düzeyine çıkarmanın siyasi olarak rasyonel bir gerekçesi de yok. O nedenle, yaşanan şeyin şiddetinde, irrasyonel, sosyolojik ve operasyonel olan faktörler öne çıktı. Bunun, Gezi gençliğinin de dikkatini çekmiş olduğunu, Gezi meşruiyeti ile hükümeti devirme safhasını birbirinden ayrılmaya başlaması gerektiğini düşünüyorum. Ayıranların da gittikçe arttığını görüyorum.

Mesele Gezi enerjisine yurt çapında eklemlen gruplarca Başbakan’ı devirmek ve hükümeti ülkeyi yönetemez hale getirmeye doğru hızla savruldu. Uzaylılar Türkiye’yi istila etse yan yana gelemeyecek olanlar, bir nefret şemsiyesinin altında dayanışma sergilediler. Dolmabahçe Başbakanlık Ofisi ve Erdoğan’ın konutu işgal edilmek istendi. Sürekli olarak ilk günlerdeki polisin orantısız şiddetine, ölen, yaralanan vatandaşlarımıza gönderme yapılarak, sonraki vandalizm meşrulaştırıldı. Seçimle gelen, çözüm sürecinin bütün yükünü omuzlayan bir hükümeti devirmeye çalışmanın, liderine, gerçeklik algılarıyla oynayarak Esed, Hitler, Franco benzetmeleri yapmanın demokratik direnişle hiçbir ilişkisi yoktu. Karşılıklı olarak alınan bu rijid pozisyonlar, yani olayı sadece bir komplo veya sadece bir özgürlük hareketi olarak okuma durumu, arada yer alan birçok toplumsal katman ve onların değişik itirazlarının da gölgede kalmasına yol açtı.
Süreçte yazdığım altı yazıda, bu katmanların çoğuna değinmeye çalıştım. Ancak toparlamak ve sistematik olarak daha görünür kılmak için sokağa inenleri kronolojik olarak kendimce sıralamaya gayret edeceğim:

1- Gezi’deki ağaçların sökülmesine ve kışla inşasına karşı olanlar, çevreciler.
2- Hükümetin kent siyasetinden rahatsız olan, ortak yaşam alanları hakkında görüşlerinin sorulmamasına tepkili daha siyasi ve geniş bir çevre.
3- Gezi’ye sabahın beşinde yapılan sert müdahale ve polis gazına yönelik öfke hissine kapılan ve Gezi ile dayanışma gösteren kesimler.
4- Paternalist dile ve gerontokrasiye karşı tepki duyan, ebeveynlerinin kendilerine verdiği her şeyi bir nimet değil, bir vazife olarak algılayan daha olgun gençler.
5- Türkiye’nin yakın geçmişini bugünle mukayese etme şansına sahip olmayan, son on yılın özgür ortamında büyüyen ve daha fazlasını isteyen doksan kuşağı daha genç-ergen kuşak.
6- Hükümetin kendi cemaatini ve kültürel muhafazakarlığı dayattığını düşünen, kendisini laik-demokrat olarak tanımlayanlar.
7- Hükümetin son 10.5 yıllık yavaş devriminin, kendilerine karşı yapıldığını düşünen, mütedeyyinlere kibirle bakan, onlarla eşit olmayı hazmedemeyen, ancak CHP tarafından temsil edilmediği için madunlaşmaya tepkili ulusalcı, jakoben orta ve üst sınıf laikler.
8- Halkla ilişkileri olmayan, gittikçe marjinalleşen ve meydana çıkan enerjiyi bir devrim nostaljisine çevirmeye çalışan örgütler, sekter solcular.
9- LGBT, feminist gruplar ve sosyalist Müslümanlar gibi çevreler.
10- Kendi yapıları hükümetten çok daha cemaatçi, antidemokratik ve kollektivist olan, ancak alanlara çıkmayı bir memuriyet görevi olarak içselleştirmiş sendikalar, odalar, STK’lar.
11- Daha çok sosyal medyada ve medyada işlev gören, Erdoğan’la kişisel-ideolojik hesaplarını görmek isteyen “aydın ve gazeteci” grubu.
12- Yukarıdaki grupların aralarına karışan ve kaostan medet uman provokatörler.

Katmanları biraz daha çoğaltmak veya birleştirmek mümkün olabilir. Ancak, ortaya çıkan aşkın tepkinin tüm bu toplumsal, siyasi ve operasyonel katmanların Gezi ateşi ile reaksiyona girmesiyle oluştuğunu, bunlardan sadece biri veya birkaçına odaklanarak analiz yapmanın hep eksik olacağını görmek gerekiyor. O nedenle, henüz anlamadığımız bir fenomen üzerinde konuşurken, kimsenin tatmin olmayacağı, herkesin kendi grubundan yola çıkarak bir genelleme peşinde olduğu da bir vaka. Başbakan Erdoğan’ın da, diline daha dikkat etse bile, aynı anda birçok gruba sesleniyor olma mecburiyeti ve her grubun kendisine seslenildiğini düşünmesi açısından kendi tabanı dışında etkili olabilmesi gerçekten zordu. Ama bundan sonra daha mümkün ve hatta kaçınılmaz.

Bu krizden en çok hükümetin faydalanması gerekiyor. Kent siyasetinin gözden geçirilmesi, demokrasi kültürümüzün yükseltilmesi, siyaset zemininin korunması ve genişletilmesi, algı yönetiminin en öncelikli konu haline gelmesi, dil ve üslubun, icraattan daha önemli olduğu kritik bir süreçte olma, hayatını ve gözlerini kaybedenlerin sorumlularının adalete hesap vermesi, adalet duygusunun tamir edilmesi, ahlaki üstünlüğün, her zaman sorumluluğu alanda, çözüm isteyende olma zorunluluğu umarım ki fark edilmiştir.

Hükümetin Gezi’deki farklı katmanları ve neden bu kadar aşkın bir patlama yaşandığını iyi analiz etmesi şart. Çünkü en büyük bedelin de, kazanımın da muhatabı öncelikle hükümet olacak. Daha önceki yazılarımda çokça değindim; hükümetin sadece kendi tabanına yönelik siyaset yapma lüksü yok. Türkiye, normalleşme yolunda, ancak hala anormal şartlara haiz bir ülke. CHP tabanı olarak adlandırabileceğimiz, ama sadece CHP tabanı diyerek asla tam olarak anlayamayacağımız kesimlerin karmaşık kodlarını doğru okumak gerekiyor. Unutmayalım ki, bu krizde asıl sahadan silinen CHP oldu ve bir halk kesimi sokağa inerek siyasi aktör haline geldi. Bu çok tehlikeli bir durum. Bu durumun hızlıca tamir görmesi gerekiyor. Bu anlamda, diğer büyük toplumsal parçanın Erdoğan tarafından mitinglerle demokratik olana- seçimlere- kanalize edilerek sokaktan uzak tutulması övgüye değer bir fedakarlık olmuştur. Çünkü hiçbir siyasetçi, sekiz ay öncesinden seçim atmosferine girmek istemez. Duymaktan hoşlanmayacak olanlar olsa da, Erdoğan’ın burada büyük bir kişisel fedakarlık yaptığını teslim etmek gerekir.

“Neler yapılabilir” diye düşünüldüğünde, öncelikle, hükümetin “laik kesimin” artık farkına varması gerektiğini söylemek gerekir. AK Parti, arkasına aldığı çeperdeki “cumhuriyetin öteki çocukları” ile merkeze doğru yürürken, belki de vesayete verdiği sert mücadelenin etkisi ile, karşı mahalleyi anlama zorunluluğu hissetmedi. Cumhuriyet mitinglerinde gördüğümüz kalabalıkların, vesayeti çağıran bir kitle olarak algılanması doğruydu ama, bu kitlelerin 90 yıllık bir ideolojik tedrisattan geçtikleri, korkularının sürekli manipüle edildiği, ama muhalefet partisince ne kadar eksik temsil edildiği ihmal edildi. Oraya yönelik daha empatik bir yaklaşım elzemdi. Dindar kesim ne kadar heterojen ise, (dindarların reformculuğuna rağmen hala içinde barındırdığı eski Türkiye’ye dair milliyetçilik, devletçilik, mukaddesatçılık kodları gibi), laikler de tüm arızalarına rağmen heterojenleşme yolundaydılar. Laikler, 90 yıldır üzerlerinde nasıl bir sosyal mühendislik yapıldığının farkında dahi değillerdi. Bunu fark etmeleri için, belki korkularını yatıştıracak demokratik nefes borularına ve saygı görmeye ihtiyaçları vardı. Çoğu, dindarların doğal hakları olan kamu alanında yer alma hareketini, doğrudan yaşam biçimlerine müdahale olarak yorumluyordu. Bu algıda ciddi sınıfsal kibir ve dindarlarla eşitliğe tahammülsüzlük de vardı. Ama bir şeyin irrasyonel olması, o şeyin toplumsal olmadığı, tüm ülkeyi etkilemeyeceği anlamına gelmiyordu. Görüldüğü gibi etkiledi de.

Bu psikolojik durumu daha da vahim hale getiren iktidarın dil sorunu, kent politikaları ve estetik siyaseti oldu. Hükümet, artık bizzat kendi verdiği kavga ile Türkiye’nin yeni bir demokratik düzeye, üsluba, yönetim becerisi ve daha fazla özgürlüğe ihtiyaç duyduğunu görmeli. Demek ve ne güzel ki, artık bu kadar demokrasi bize yetmiyor. AK Parti’nin vesayetle mücadele dönemindeki dili ve argümanları, bugünü, hele gençlerin duymak istediklerini karşılamıyor. Erdoğan, ilk yıllardaki vesayet saldırılarını, reformlara direnci ve darbe girişimlerini siyasete tahvil ve tabanını tahkim etmekte çok başarılı oldu. Bu hükümetin tercih etmediği bir kutuplaşmayı beraberinde getirdi. Bu kutuplaşma dalgalarında başarıyla sörf yapan bir lider olan Erdoğan, Türkiye’nin yeni döneminde, bu durumun artık vadesinin dolduğunu fark etmeli. Çünkü artık muhatap, asker veya CHP değil, toplumun bir kesiminin ta kendisi. Her şeyi daha karmaşık ve tehlikeli hale getiren de bu yeni durum.

Yaşananların karanlık yüzü, Erdoğan’a yönelik operasyon, ekonomik çıkar grupları ve diğer operasyonel bileşenler, hükümetin bundan sonrasını tayin edecek siyasi olgunluğu göstermesini engellememeli. Laik-ulusalcı mahallenin karmaşık katmanları doğru tahlil edilebilirse, bu kesimlere yönelik daha mülayim, empatik bir dil geliştirilirse hiçbir şey kaybedilmez. Birden bir mucize olmasını, laikler ve ulusalcıların, dindarlar ve Kürtler gibi reformlara hemen destek vermelerini beklemek fazla iyimserlik olur, ama o kesimin içinde de artık hiç kimseye ayrımcılık yapılmasını istemeyen ve başörtüsü gibi Cumhuriyet tarihi boyunca rejimin kırmızıçizgisi olan konuları da istisna addetmeden reddeden çok sayıda insan var. Forumlarda ortaya çıkan bu nüve çok önemli ve hükümet laik kesimdeki bu kırılmayı göz ardı etmemeli.

Bu olası açılım, aynı zamanda 2002-2010 dönemindeki dış ve iç kaynaklı olarak sağlanan güçlü meşruiyetin, 2013 ve sonrasında gerekli olan meşruiyete yükseltilmesi demek de olacaktır. Böylelikle, hükümet bir daha “yönetemez olma” tehlikesine bu kadar yaklaşmaz, dış dünyada bu kadar yanlış anlaşılmaz ve haklı itirazların, vesayet isteyenlerce ambalaj malzemesi olarak sömürülmesine imkan tanımaz.

Olayın sıcaklığında bu nüansları görmeyip kırıcı ve kötümser olabilsek de, sakinleştiğimizde, aslında iyimser olmamızı gerektirecek önemli ve çok değerli tecrübeler edindiğimizi fark edeceğimizi düşünüyorum.
Zor olması, kalıcı ve değerli olması anlamına da geliyor. O nedenle, moralleri bozmadan işe koyulmak en iyisi.

28 Haziran, İstanbul.

Bu Yazıyı Paylaşın

Önceki İçerik
Sonraki İçerik

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et