Markar Esayan- Erdoğan değerini nasıl korur

20.07.2013 tarihli “Erdoğan’ın değeri nereden geliyor” başlıklı yazımda, Başbakan Erdoğan’ın tarihî bir lider olduğunu, o ve partisinin değerinin, müesses nizam ile olan mücadelede reformcu kimliğe yaklaşıp uzaklaşması ile artıp azaldığını iddia etmiştim. Bu yazıda bu konuyu ilerletmek ve tamamlamak istiyorum.

Bana göre, Türkiye için 12 Eylül 2010 Anayasa Reformu siyasi bir milatsa, Gezi Krizi de toplumsal miladı ima etmekte. Yani milatlar karşılıklı olarak tamamlandı. Milat bu bağlamda, eski ile köprülerin atıldığı, yeni bir dönemin başladığını bize anlatır. Bizler genellikle önemli bir şeyler olduğunu hisseder, ama hâlâ eskinin devam ettiğini düşünürüz. Çevremizde, ülkede, devlette çoğu şey eskisi gibi devam etmekte gibi görünür çünkü. Ama önemli bir “şey” olmuştur.
Gerçekten de, bir on sene sonra, Gezi ile birlikte 2002’den itibaren olan tüm şeylerin Türkiye’yi ve bölgeyi ne kadar derinden değiştirdiğini daha iyi görebileceğiz. Bu değişimin nasıl olacağını ise bizler tayin edeceğiz. Hep birlikte. Bize dair tercihlerle.

Türkiye gibi pozitivist-bütünlükçü bir mühendislikle kurulmuş sanal demokrasilerde, düzeni genellikle “ötekileri” mobilize eden Erdoğan gibi tarihî-karizmatik-cesur-sıradışı liderler değiştirir. Bu durum, çoğunluk “yeni bir tür totaliterlik” veya “yeni bir diktatörlük” olarak –özellikle müesses nizam destekçileri tarafından- gönüllü biçimde karıştırılmaya müsaittir. Çünkü gerçekten de bu türden liderler, idealar dünyamızdaki demokrasinin kodlarına uyan bir karakterle –ne iyi ki- her zaman uyumlu değildir. Bu da kafaları karıştırmaya müsait bir sürü çelişkiler yumağı ile uğraşmamıza neden olur. Aslında çelişkiler düzene dairdir ama biz ona alıştığımız için fark etmeyiz pek.

Eski çağlarda yaşamadığımız için –ne iyi ki- bu itirazlar kanlı karşılaşmalara, yüzyıl savaşlarına dönüşmez. Ama bu “bir tür iç savaş” yaşanmadığını da göstermez.

Çünkü eski sınıflar –cumhuriyet kesimleri- imtiyazlarını “ötekiler” ile paylaşmayı arzu etmezler. Bu eğilim doğal olandır. Eşit olmamaya yönelik bu isteksizlik, bu açıklıkta ifade edilmeyeceği için imtiyazların kaybını sağlayan reformların “antidemokratik”, “totaliter”, “hukuka aykırı” olarak gösterilmesi üzerinden bir mücadele sürer. Bu aslında bir iç mücadelenin “çağımıza uygun” şekilde ambalajlanmasıdır. Bu arada, değişimi talep eden ahlaki üstünlüğü elinde tutmaktadır. Çünkü, zaten değişimi sağlayan dinamizmi, toplumda müesses nizamın ahlaksızlığının kendini saklama kabiliyetini yitirmiş ve ortaya çıkmış olması sağlar. Bu bir tür devrimci durumun özetidir.

Bu çok sert bir savaştır ve savaşı genellikle ciddi bir çoğunluğu arkasına alan Erdoğan gibi bir liderin, eski totaliterliğin kalelerini teker teker yıkması ile verdiği görülür. Savaş kirlidir. Müesses nizam hâlâ devletin çoğu kurumuna hâkimdir. Savaşın, rakibin alanında, onun silahlarıyla verilmesi gerekir. Gücü elinde toplayan liderin, bu mücadelenin sonundaki toplumsal uzlaşma ile varılacak demokratik ülkenin değil, bir geçiş döneminin önderi olduğu göz ardı edilir. Bir ülkede totaliter devlet geleneğinin yıkılması için, liderin gücü geçici bir süre elinde toplayacağı ara dönemlere ihtiyaç vardır. Bu bir temenni, çelişki veya ahlaksız bir teklif değildir; tarihsel bir gerçekliğe denk gelen bir tesbittir.

Yeni güç devleti yeniden kurarken, eski devletin yüzyıl boyunca kendi totaliterliğinin devamı için kurguladığı kurumlara karşı savaş açar; bu kurumların karşısına benzer güce sahip, onun “anladığı dilden konuşan” kendi kurumlarını koymaya çalışır. AK Parti döneminde oluşturulan “yandaş medya” da müesses nizamın koruyucusu merkez medya karşısına bu mantıkla konur ve aynı yöntemleri kullanır. Yargıdaki kadrolaşma da hakeza öyledir. Demokratik ambalajlı bir totaliterliği, demokrasi ambalajlı liberal bir total güçle yenmek, verili durumdur.

Bu arada Montesqiueu’nün eski “kuvvetler ayrılığı” ilkesi tüm dünyada paramparça olmuştur ve bu karmaşık konu her demokratik ülke için evrensel bir sorundur. Hatta Erdoğan gibi geçiş dönemi liderlerinin, reformlara engel olduğu gerekçesiyle “yargı bağımsızlığından” şikâyet ettiği bile görülür. Çünkü, o yargı müesses nizamın bir aygıtını ima etmektedir. Kafalar gerçekten karışmıştır. Müesses nizam, kendi toplumsal kesimlerine bir tür “zihinsel kamulaştırma” uyguladığı için, reformların aslında kendilerine de yaşam kalitesi getireceğini anlamak istemezler. Bizatihi o reformların onların hayatına kattığı kaliteden faydalanırken böyle davranmaları, zihinlerin, ideoloji tarafından yaratılmış sembolik evrende yaşıyor olmasındandır. Bu nedenle, bu kesimlerin TBMM’deki temsilcisi CHP’nin durduğu irrasyonel yer, onları rahatsız etmez. Rahatsızlık, daha çok iktidar olunamamasınadır. Hükümetin antidemokratik yöntemlerle yıkılacağına dair inanç hâlâ etkilidir ve ahlaki çelişki ihmal edilebilir bir boyuttur.

Büyük aklı temsil eden Kemalist devlet, tüm küçük akılların –bireylerin- nasıl düşünmesi, nasıl eylemesi gerektiği planlandığı için, sadece cumhuriyet kesimlerinde değil, AK Parti tabanında da değişim bazen zorlayıcıdır. Çözüm Süreci’nde milliyetçilik ortak kodunun hükümeti –oy kaybı ile- çok zorladığı gibi… Hükümet, reform sürecinde hep bu ikilemi yaşayacak, her krizde ve seçim öncesinde eski kodlara dönme temayülü gösterecektir. Bu bir tür soluklanma gibidir. Eski düzende, eski devletin eylemlerine kimsenin itiraz etmemesi, fırsatını bulduklarında aynı şeyi yapacak ve yapmış olmalarındandır. Totaliter devlet, bireyleri kendi suçlarına ortak eder ve ganimeti onlarla kademeli oranlarda paylaşır. Bu bir tür ahlak kaybıdır. Bu ahlaki kayıp, sadece cumhuriyet kesimlerinin değil, “ötekilerin” de paylaştığı durumdur. Reformlar sürecinde bu ahlak kaybı ciddi bir sorundur.

Erdoğan ve AK Parti’nin son 10.5 yılda yaptıkları gerçekten ciddi bir başarıyı ve övgüyü hak ediyor. Tüm artıları ve eksileri ile ciddi bir mücadele verilerek 2013 baharına kadar gelindi. 12 Eylül referandumu da, vesayetin sinen askerden sonra en güçlü kurumu olan yargıyı kökten değiştirdiği için siyasi bir milat oldu. Bu aslında, adına kibarca “kutuplaşma” dediğimiz iç savaşı ötekilerin kazandığı anlamına da geliyordu. Bu noktada, “ideal” olan, AK Parti ve Erdoğan’ın bu miladı fark etmesi ve cumhuriyet kesimleri ile “barış” imzalaması olacaktı. Çünkü, -kavramları bilerek sert kullanıyorum- bir savaşı kazandığınız halde, yendiğiniz kesimlerle savaşa devam ederseniz, ahlaki üstünlüğünüz aşınmaya başlar. Kimse adını bu açıklıkta henüz koyamıyor olsa da, cumhuriyet kesimleri için “yenilgi”, yani ötekilerle eşitlik ile uzlaşılmaya daha hazır hale gelinmiştir. Şimdi bu hazır hale gelişin gereklerini yapmak ve artık herkes için demokratik reformları sürdürmek gerekir. Üstelik daha demokratik olarak ve eski devletin silahlarını, ahlakını ve yöntemleri artık terk ederek. Aslında, bu durum demokrasi eşiğinin yükseltilmesi için altın bir fırsattır.

Hükümet 2010 referandumundan sonra bu geçişi yapamadı. Asıl krizimiz budur. Bunun üzerine, AK Partili olmayan kesimler, CHP’yi silerek toplumsal aktör haline geldi. Gezi’ye gerçekten daha fazla özgürlük için çıkan gençler, yurttaşlar, bize çok önemli bir fırsat verdi. Bir toplumda özgürlük talebinden daha değerli bir şey olamaz. Bu talep, bireyi ve değişimi önceleyen bir hükümet için de bulunmaz bir fırsattır. Gezi bize, verili demokrasi düzeyimizin, verili medyanın, verili aydın tipinin, verili devlet biçiminin artık kalp yetmezliği yaşadığını göstermiştir. Hükümet, reformcu kimliği ile eski devlete dönüş reflekslerini artık birarada taşımakta daha zorlanacaktır. Bu bir çelişkidir ve giderilmezse çelişkiden negatif olan taraf faydalanır.

Pozitivist Kemalistler, “büyük akıl” olarak insanlar için en iyiyi bildiklerini düşünerek, toplumun kendiliğinden kendi demokrasi geleneğini oluşturmasına 90 yıl ara verdiler, mühendislik uyguladılar. Sonuç, 2002-2010 dönemi oldu. Demek ki, hükümetin bunun tersini yapması, demokrasi ve özgürlük taleplerine yol vermesi gerekiyor. Aslında devletin liberal anlamda tanımı da budur. Ronald Reagan, Jimmy Carter’ı devirip başkan olduğunda yaptığı ilk konuşmada şöyle demişti: “ABD’nin gücü ve diğer dünya devletlerinden daha zengin olmasının nedeni, bu topraklarda daha önce hiç olmadığı kadar geniş ölçüde insanların enerjilerini ve bireysel kabiliyetlerini serbest bırakmış olmasıdır.” Yine Reagan “Mevcut krizde sorunumuzun çözümü devlette değildir. Sorunun kendisi devlettir” de demişti.

Bu da, devletin mümkün olduğun kadar küçültülmesini ve merkezî yönetim gücünün yerel yönetimlere devredilmesini ima ediyor. Hayek’e göre, herkesin devletten göreceği davranışın eşit olması, en gerçekçi eşitlik tanımıdır ve devletin görevi bunu sağlayacak kanunları yapmakla sınırlı olmalıdır. İnsanlar devletten iyi olan şeyleri yapmasını bekleyemez. İnsan hayatı kısıtlı bir süredir. Özgürlükler, bireyin devletin bazı eylemlerini yapmasını engelleme girişiminde bulunması ile gelişir. 3 Kasım 2002 devrimi ve Gezi’de olan şey de budur. İdeal durumda bunu muhalefetin yapması gerekiyordu.

Gezi bu yönüyle hem bir fırsat, hem de ciddi bir risk içeriyor hükümet için. Ülkenin idaresinde “kendiliğinden doğan ve doğacak sivil hareketler ve sivil toplumun önünün açılması” basit ve geçerli formülü ima ediyor. Örneğin kent siyasetinde bu anlamda bir zihinsel reform, hem hükümete cesaret verecek, hem de AK Partili olmayan kesimler ile yakınlaşma sağlayacaktır. AK Parti, aslında kendi seçmen tabanına bunu uygulamıştı. Şimdi aynı yöntemi tüm toplumsal kesimlere yayması gerekiyor. Bunu yapabilirse, hem Çözüm Süreci barışla daha rahat sonuçlanır, hem de hükümet bir on yıl daha ülkeyi yönetmenin meşruiyetini yeniden kazanır.

23.07.2013, İstanbul

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et