En güçlü düşünce en popüler olan düşünce midir yoksa en sağlam tezlere sahip düşünce midir? İki büyük düşünce ekolü olan liberalizm ve sosyalizmi bu açıdan karşılaştırabiliriz.
Popülerlik ölçüyse sosyalizm şüphesiz en güçlü düşüncedir. Son yıllarda kazandığı anlam çeşitliliği bir yana, sosyalizm adeta kutsanan bir şeydir. Leke tutmaz kumaş gibidir. İçinden de çıksa, onun adına da işlense hiçbir kötülük ona mal edilmez. Hatta -bir ara yazdığım gibi, sosyalistlerin adi suç teşkil eden davranışları bile faşizme mal edilir. Abarttığım sanılmasın. Meselâ ülkemizde, üstünkörü yapılacak bir gözlemde, hemen her muhitte -sosyalistlerden en büyük darbeleri yemiş dindar muhafazakârlar arasında bile- sosyalizmin çok itibarlı olduğunu görürüz. Bu kanatta yer alan birçok kimse söze veya yazıya ‘sözde sosyalist’ ’, ‘solcu olduğunu iddia eden’ gibi ifadelerle başlar.
Ölçü sağlam tezlere sahip olmaksa, şüphe yok ki, liberal düşünce final ipini göğüsler. İddialı olduğu –iktisat, siyaset teorisi, anayasa hukuku gibi- alanlarda sosyalistlerin -veya başkalarının- liberal düşünürlerle aşık atması imkânsız. O kadar ki, liberal iktisat anlayışına vakıf olan ve ekonomiye o açıdan bakan kimseler için sosyalistler başta olmak üzere ekonomik devletçilerin birçok tezi komik, sürreal saçmalamalardır. Dolayısıyla –ben liberal olduğum için değil ama objektif bir bakışla- liberal düşünce sosyalizmden çok daha üstündür.
Gelgelelim bu liberalizmin her şeyi mükemmel biçimde açıkladığı ve her mesele için bir diyeceğinin bulunduğu veya bulunması gerektiği anlamına gelmez. Liberalizme böyle bakanlar onu sıkı bir dine veya kapalı bir ideolojiye dönüştürme eğilimindedir. Ne yazık ki Türkiye’de –benim de bir süre ve bir ölçüde düştüğüm bir hatayla- liberalizmin tabiri caizse ‘namusunu’ korumayı görev telakki eden ve bu yüzden edep ve ahlâk ölçülerini çiğneyerek dostlukları ve arkadaşlıkları yıkan kişiler ve gruplar oldu. Umuyorum ki bunlar zaman geçtikçe hatalarını anlayacak ve arkadaşlığın ideolojik ortaklıktan ve ideolojik saflıktan daha önemli olduğunu anlayarak daha makul bir yola gireceklerdir.
Liberal düşüncenin en zayıf olduğu alanlardan biri uluslararası ilişkiler. Her ne kadar uluslararası ilişkiler teorisindeki idealist yaklaşım genellikle liberal uluslararası ilişkiler teorisi olarak görülmekte ve gösterilmekteyse de hem idealist yaklaşımın iç yetersizlikleri hem de bu teoriye liberal olmayan akımların da kısmen veya tamamen sahip çıkması bu teorinin tabiri caizse liberalizmin malı olmadığını gösteriyor. Dünyayı ilkelerin egemen olduğu bir yer olarak görmeye çok hevesli biri olarak artık itiraf etmek zorundayım ki realist teori uluslar dünyasını açıklamada idealist teoriden çoğu zaman daha başarılı.
Liberaller niye başarısız? Birkaç şey akla geliyor. Liberal teori irade sahibi insanlarla ve gönüllü olarak bir araya gelmiş insan gruplarıyla ilgili. İç politikada ve toplum ilişkilerinde bu aktörleri teşhis etmek kolay. Oya uluslararası ilişkilerde aktörler devletler. Bazen antropomorfik lisanın etkisiyle onlardan insanmış gibi bahsetmemize rağmen devletler insan değil. Diğer taraftan, tüm ülkelerde kamu politikalarında son sözü söyleyen bir otorite var. Böyle bir otoritenin bulunması uzun vadede kamu siyasası alanında doğrunun bulunması kadar önemli. Bazı durumlarda, yani doğru kamu siyasasıyla ilgili olarak toplumların kitlendiği vakitlerde bir otoritenin kilidi açması lazım. Kilidin açılmaması uzun vadede doğrunun yapılmamasından daha çok zarar verebilir. Anarko-kapitalist teorinin açmazları da zaten burada odaklanmakta. Anarko-komünistlerden bahsetmeye bile gerek görmüyorum çünkü o kötü bir ütopya ve kaçınılmaz olarak mikro seviyelerde veya makro seviyede diktatörlüğe sebep olacak bir yol. Uluslararası ilişkilerde ise bir nihai otorite yok. Bu yüzden uluslararası ortam yanlış adlandırılmayla anarşik, doğru adlandırmayla kaotik bir ortam. İşte Suriye.
Teorik zayıflık yüzünden liberaller birçok olayı açıklamakta yetersiz kalıyor. Hem siyaset teorisiyle hem de uluslararası ilişkilerle ilgili bir örnek vereyim. Irak Kürdistan’ında (veya var olan bir başka siyasî coğrafyada) ayrılıkçı bir hareket sonrası bir bağımsız devlet kurulmasına nasıl bakmak gerekir? Ulusların self determinasyon hakkını kabul ediyorsak onaylamak lâzım gelir. Fakat bu tür meselelere sadece grup self-determinasyonu açısından bakamayız. Bağımsız bir diktatörlük kurulacaksa ve insanlar temel hak ve hürriyetlerinden mahrum kalacaksa ne yapacağız? Diğer taraftan ulus nerede başlar nerede biter? Ulusun parçaları arasında ihtilâflar çıkarsa ne olur? Kolektif self determinasyon bireysel self determinasyonu bastırırsa ne olacak? Bağımsızlaşan ünite içindeki faklı unsurların durumu ne olacak? Onlar da self determinasyon hakkına sahip olacak mı? Olacaksa bağımsız devlet kurma nerede son bulacak? Benim bu sorulara mutlak cevaplarım olduğunu zannetmeyin. Sadece soruyorum.
Uluslararası ilişkilerde liberal teorinin cevap bulmakta zorluk çekeceği başka konular da var. Bütün bunların gösterdiği şey maalesef liberal düşüncenin uluslararası ilişkilerde söyleyecek çok sözünün olmadığı…