Liberal Bir Bakışla Fahiş Fiyat ve Kamu Market İşletmeciliği II
Fiyatlar genel düzeyindeki sürekli artış olarak tanımlanan Enflasyon, ulusal paranın itibarını olumsuz etkileyen, vatandaşın satın alma gücünü azaltan, toplumda gelir adaletsizliğine yol açan bir süreçtir. Bundan dolayı bütün ekonomiler, enflasyonist süreçten kurtulmaya yahut en azından kontrol edilebilir bir seviyede varlığını devam ettirmesine yönelik çözüm politikaları uygularlar. Enflasyon esasında iki kaynaktan beslenir: Talep kaynaklı ve Arz (maliyet) kaynaklı. Eğer bir ekonomide üretim düzeyi değişmez iken talepte bir canlanma olur ise bu durum fiyatların yükselmesine yol açabilir. Aynı şekilde bir ekonomide talep düzeyi sabit iken arz yönünde bir azalış olur ya da üretim maliyetlerinde bir artış olur ise bu durum da fiyatlarda yükselişe yani enflasyona neden olabilir. Örneğin dünya ekonomisinde 1970’li yıllarda ortaya çıkan ve petrol krizi diye tanımladığımız “yüksek enflasyonist” dönemi buna örnek gösterilebilir.
Ülkemizde de enflasyonist dönemlere sıklıkla rastlanmaktadır. Yani bir anlamda enflasyon, sadece bugünün değil geçmişin ve doğru politikalar uygulanmayınca geleceğin de sorunu olabilecektir. Sadece içinde yaşadığımız enflasyonist süreci geçmişten bir nebze ayıran temel özellik, geçmişteki enflasyonist süreçlerde talep baskısı daha etkin iken günümüzde maliyet yani arz yönünün daha etkin olduğu söylenebilir. Bir anlamda günümüz yüksek fiyat artışının nedeni üretim süreci ve bu süreci etkileyen girdi ve hammadde fiyatlarında ortaya çıkan artışa bağlamak çok da yanlış bir yargı olmaz. Özellikle de ülkemizin temel sorunu olan ithal girdi bağımlılığı ve döviz kurundaki oynaklık, girdi fiyatlarındaki artışın ve bunun yansıması olarak yüksek enflasyonun ana nedeni olarak gösterilebilir.
Hal böyle iken karar vericilerin (yani politikacıların), enflasyonu dizginlemek, fahiş fiyat artışının önüne geçmek için, piyasanın doğal işleyişinin dışına çıkarak ekonomik sürece yaptıkları müdahaleler ya da pansumanlar, mevcut sorunu çözmek yerine, orta ve uzun vadede sorunun daha da büyümesine hatta sorunların toplumun daha geniş kesimlerine yayılmasına yol açabilir.
Fransız düşünür Bastiat, iktisat politikalarını “Buz dağına” benzetir ve politikaların görünen kısmına değil görünmeyen kısmına odaklanmanın daha gerekli ve doğru olduğunu ifade eder. Buna göre, fahiş fiyat artışlarının önüne geçmek için uygulanan gerek “fiyat denetimi” uygulaması gerekse “tarım kredi kooperatifleri eliyle kamu market işletmeciliği”, belki iyi niyetlerle ortaya konulmuş çözümler olabilir ama ne yazık ki istenilen hedeflere ulaşmak, enflasyonu dizginlemek için ideal çözümler olmayabilirler. Aksine bu durum, mevcut sorunun daha da artmasına ve toplum üzerinde daha fazla olumsuz etkilere yol açmasına sebep olabilir. Bu durumu, iktisat eğitiminin bizlere anlattığı, bilimsel gerçek ve öğretiler üzerinden izah edebiliriz:
Her şeyden önce, ekonomide görülen fiyat artışları, piyasasının kendi dinamiklerindeki yani arz-talep dengesizliğinden kaynaklanmakta ve bu sorun belli bir dönem sonra yine piyasasının kendi dinamikleri ile (yani arz-talep etkileşimi) ortadan kalkabilmektedir. Örneğin bir malın fiyatı artar ise üretici o malı daha fazla üretip kârını artırmak (arz kanunu), tüketici de pahalı mal yerine daha ucuz bir malı tercih ederek faydasını artırmak (talep kanunu) peşinde koşacaktır. Bu şekilde arz-talep etkileşimi belli bir zaman sonra dengelenecek ve piyasa fiyatı oluşmuş olacaktır. Daha açık bir ifade ile örneğin etin fiyatının artması, tüketici tercihlerinde bir değişime yol açarak farklı beslenme türlerine yönelişi, bu şekilde talep düşüşüne yol açabilir. Aynı şekilde et fiyatlarının artması, hayvancılık ile uğraşan çiftçilerin daha fazla olmasına arazilerin daha fazla besiciliğe tahsis edilmesine yol açabilir ki bu da piyasada üretim bolluğu ile fiyatların tekrar dengelenmesine yol açabilir. Özellikle de bu fiyat dengelenme süreci tarımsal ürünlerde gecikmeli olarak kendini gösterir ve tarımsal üretici piyasa fiyatındaki bu dalgalanma eşliğinde üretim malı tercihini ve miktarını dengelemeye çalışır. (Örümcek ağı teoremi). Esasında piyasanın kendi içinde bu dengelenme süreci, belli bir zaman dilimi içerisinde sonuçlanır ve toplumsal maliyeti en az zararla nihayetlendirir.
Oysa karar vericiler bu şekilde piyasanın kendi dinamiklerinin dışına çıkıp, fiyat dengelenmesine müdahale edip bu şekilde fiyat artışlarının önüne geçmeye çalışırsa, sorun daha büyük olumsuzluklara fırsat verebilmektedir. Her şeyden önce, fiyat ekonomideki en önemli “bilgi” kaynağıdır. Ama doğru fiyat. Doğru fiyat, yani piyasa aktörleri tarafından saptanan bir fiyat, üreticinin ne üreteceğine, tüketicinin de ne tüketeceğine karar vermesine yol gösterir ki bu şekilde ekonomide kaynakların daha doğru ve etkin kullanımına neden olur. Tam aksi bir durumda yani piyasa fiyatının bir şekilde piyasa aktörleri haricinde merkezi otorite tarafından ister fahiş fiyat artışı ister fiyat düşüşü nedeni ile belirlenmesi (Taban-Tavan fiyat politikaları gibi), piyasa fiyatlarının kontrolü, market fiyatlarının denetlenmesi gibi uygulamalar, fiyatın ekonomi için yol gösterici-pusula olması işlevini kaybetmesine yol açar. Bunun neticesinde de ekonomik aktörler için bir anlamda pusula olan fiyat, ekonomik olarak kaynakların verimsiz ve etkinsiz kullanımına sebebiyet verebilir. Aynı zamanda bu durum yani fiyatların olması gereken denge düzeyden daha farklı bir düzeyde zorunlu olarak tutulması, ürün arzının ve çeşitliliğinin azalmasına, ekonomide “KITLIK”, “ KARABORSA”, “ÜRÜNE ERİŞEMEME” gibi toplumsal maliyeti yüksek olan sorunların baş göstermesine yol açabilir.
Türkiye Ekonomisi özelinde baktığımızda; farklı zaman dilimlerinde farklı siyasi otoriteler tarafından buna benzer uygulamaların gerçekleştiğini ve ne gariptir ki sonuçlarının beklenenin aksine daha büyük tahribatlara yol açtığına şahit olmaktayız. 2. Dünya savaşı ve hemen sonrası dönemde, savaşın ortaya çıkardığı ekonomik koşullar, piyasada arz- talep dengesini olumsuz etkilemiş ve durum hiper enflasyon diyebileceğimiz bir durumun oluşmasına yol açmıştır. O dönemki siyasi erk, vatandaşın bu aşırı fiyat artışlarından dolayı bir mağduriyet yaşamaması için “tavan fiyat politikası” uygulamış, temel tüketim malları dediğimiz ürünlerin fiyatını belli bir düzeyde sabitlemiştir. Peki bu neye yol açmıştır? Bu politika, bu ürünlerin üretimini daha da azaltmış, ürüne erişebilirliği kısıtlamış ve nihayetinde piyasada talep fazlası neticesinde “KITLIK” dediğimiz sorunun yaşanmasına yol açarak, vatandaşı KARABORSA dediğimiz piyasalara yöneltmiştir. Neticede vatandaş piyasa fiyatından satın alabileceği ürünü daha yüksek fiyattan karaborsa piyasadan tedarik etmiştir. Aynı duruma, 1970’li yıllarda dünya petrol krizi esnasında yine rastlanılmaktadır. O dönemki siyasi erk de, yükselen fiyat artışı karşısında, vatandaşın mağduriyetini gidermek için fiyat denetimleri uygulamış, tanzim satış ağları oluşturmuş, tavan fiyat politikasına yönelmiş ama maalesef istenilen sonuçlar elde edilememiştir. Aksine büyük bir kıtlık ve darboğaz yaşanmıştır. Ve hâlâ o dönemin bu yanlış iktisat politikası siyasi bir slogan olarak siyasi hafızalarımızda yer almaktadır.
Prof. Dr. Ahmet Yılmaz Ata