“Kaş Yapayım Derken Göz Çıkarma…” Seçim Öncesi ve Sonrası İktisat Politikaları Üzerine

Yakın tarihimizde baş gösteren Covid 19 salgını, devamında Rusya- Ukrayna gerginliği ile birlikte, dünya genelinde girdi fiyatlarında artış trendi baş göstermiştir. Bir de bu olumsuz duruma ek olarak ülkemizde 14 Mayıs seçimleri öncesi uygulanan “düşük faiz, yüksek büyüme” tercihi neticesinde (ki şahsi görüşüm yanlış bir seçimdir) hem kur artışı ve girdi maliyet artışı hem de artan talep baskısı neticesinde yüksek enflasyonist hatta hiper enflasyonist diyebileceğimiz bir ekonomik sorun yaşanmıştır. Enflasyon, sadece bir ekonomik sorun olmanın ötesinde sosyal hayatı da olumsuz etkileyen bir süreçtir. İşte böyle bir seçim arifesi öncesi, bu yüksek enflasyonun ortaya koyduğu ekonomik ve sosyal tahribat, toplumu oluşturan bütün kesim ve sınıfların daha fazla talepkâr olmasına ve isteklerini sıralamasına yol açmıştır. Doğal olarak seçime giren bütün partiler de (iktidar/muhalefet)  oy devşirebilmek için bu taleplere kulak kabartmak zorunda kalmıştır.

İktisat biliminde, “politik konjonktür hareketleri teorisi” diye tanımlanan bir görüş vardır. Bu görüşe göre, makroekonomik politikalar siyasal iktidarlar tarafından yeniden seçilebilme endişesi ile manipüle edilmektedir. Buna göre, iktidarlar seçim öncesi, genişletici politikalar uygulayarak seçmenlerin gözünü boyamaya çalışırlar. Ancak seçimler kazanıldıktan sonra tekrar daraltıcı politikalar uygulanmaya başlanır. Kısacası bu durum seçim öncesi popülist politikaların yaygınlaşması demektir ki bu durum, Artan Kamu Harcamaları, Yüksek Borç ve  (maalesef) Ekonomik Kriz… demektir.

Örneğin ülkemizde 2000’li yıllar öncesi durum bu şekilde özetlenebilir. Her 2 yılda bir seçimler yapılır, siyasi partiler birkaç fazla oy alabilmek için akıl almaz vaatler ve politikalar ortaya koyar, popülist politikalar uygular ve sonuç yüksek kamu açığı, yüksek enflasyon, yüksek refah kaybı ve ekonomik kriz olarak karşımıza çıkmıştır. 2000’li yıllar ile birlikte Türkiye ekonomisinde, bu yanlış politikalardan vazgeçilmiş ve rasyonel politikalara yönelerek “yüksek büyüme” dönemi diye ifade edilen bir dönem gerçekleşmiştir. Bu dönemde yüksek büyümeye yol açan ana etken siyasi istikrar ve mali disiplindir. Bir anlamda, kamu kaynaklarının pervasızca popülist politikalara yönlendirilmesine son verilmiştir. Lakin bu dönem ile ilgili en temel ve haklılık payı olan eleştiri de şudur. Kamu kaynaklarının ve dış kaynakların daha etkin kullanımı söz konusu olabilir miydi? Yani kaynakların teknoloji yoğun alanlara, bilişim alt yapısına aktarılmayıp alt yapı, inşaat yatırımlarına aktarılması uzun vadede ekonomik refah düzeyi üzerindeki etkisini sınırlı ve düşük tutmuştur. Nitekim yabancı sermayenin çekilmesi, dünya likidite kıtlığının baş göstermesi bu eleştiride ciddi haklılık payı olduğunu desteklemektedir. Günümüz Türkiye’sinde kaynak yetersizliği en temel sorunlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Hal böyle iken, iktisat politikalarına yön verenlerin belki de dikkat etmesi gereken en önemli nokta, bu kıt kaynakları doğru ve etkin kullanabilme noktasında gösterecekleri hassasiyetlerdir. Kamu kaynaklarını doğru ve etkin kullanamadığımız takdirde bu yanlış politikaların maliyetinin toplumun bireylerine yansıması kaçınılmazdır. Zira ünlü iktisatçı ve Nobel ekonomi ödülü sahibi M. Friedman’ın da belirttiği gibi, “yaşamda hiçbir şey bedava değildir ve her şeyin bir maliyeti vardır”.

M. Friedman, kamu harcamalarını ve bunun topluma yansımasını “bedava öğle yemeği yoktur” deyimi üzerinden ifade eder. Buna göre devletin sunduğu her hizmet/ harcama bir şekilde yeni vergiler konulması/mevcut vergi oranlarının artışı üzerinden veyahut para basma işlemi (emisyon) üzerinden gerçekleşir ki bu şekilde parasal genişleme enflasyonu tırmandırarak; enflasyon vergisi şeklinde yine sade vatandaşın sırtına binen bir yük olarak karşımıza çıkar. Gerek seçim öncesi gerekse seçim sonrası günümüz Türkiye ekonomisinde bu yönteme (maalesef) sıklıkla başvurulmuştur. 2022 ile 2023 yılı arasında M2 para arzı %80’ler civarında artmıştır ki bunun iktisadi anlamı, popülist politikaları desteklemek için enflasyonu tırmandırıp, bu popülist politikaların maliyetini bu politikalardan istifade edemeyen kesime enflasyon vergisi üzerinden bir külfet olarak yüklenmesidir. Yine tarihten bir örnek vermek gerekirse, 2000’li yıllar ile birlikte popülist politikaların önüne geçebilmek için, T.C. Merkez Bankasının hazineye verdiği avans uygulaması kaldırılmıştı. Bu, parasal genişlemeyi kısıtlamaya yönelik bir adımdı. Ama şimdi günümüzde bu uygulama tekrar devreye alınmıştır. Aynı şekilde, kur korumalı mevduat hesabında birikimi olanların (ki bunlar genellikle daha gelir durumu iyi olan kişiler demektir), birikimleri hazineden değil T.C. Merkez Bankası kaynaklarından karşılanacaktır ki bu da emisyon ve enflasyon demektir. Enflasyon da bir anlamda orta sınıfı, sabit kazançlıyı (memur/emekli) daha zor duruma sokar.

Diğer taraftan artan kamu finansman ihtiyacı için siyasiler bakımından en kolay gelir kapısı vergilerdir ve özelikle bu noktada karar vericiler, gelir düzeyini baz almayan vergi olan “dolaylı vergilere” başvurmaktır. Dolaylı vergiler (tüketim, KDV, ÖTV)  tahsilatı kolay ama gelir adaletini dikkate almadığı için vergi adaletini zedeleyen bir vergileme türüdür. Ülkemizde dolaylı vergiler deyince ilk akla gelen 1986’da uygulamaya konulan KDV ve 2000 sonrası uygulamaya alınan ÖTV gelebilir. Ülkemizde dolaylı vergilerin toplam vergi gelirleri içindeki payı başlarda %40’larda iken zamanla bu oran giderek artmış ve günümüzde % 70’lere kadar çıkmıştır ki bu durum, adil bir vergileme sistemi için çok da iyi bir durum olarak değerlendirilmez. Bu bir anlamda kamu hizmetlerinin maliyetinin büyük kısmının yine sabit gelirlerin üzerine yıkılması; gelir adaletsizliğinin artması demektir. Son günlerde sıklıkla yapılan vergi artışlarını da bu pencereden değerlendirmek gerekir.

Yine bu açıdan olaya yaklaşırsak, yani kamu finansman ihtiyacı olarak vergi ve vergi politikalarını kritik ettiğimizde şöyle bir olumsuzlukla karşılaşıyoruz. Popülist politikaların bir sonucu olarak siyasilerin sıklıkla başvurduğu yöntemlerden olan “muafiyet, istisna ve vergi afları” Türkiye ekonomisindeki birçok sorunun tetikleyicisi olmaktadır. Her şeyden önce bu uygulamalar vergiden kaçırmayı ve kaçınmayı tetiklemektedir ki bu da kamu için önemli bir gelir kaybı demektir. Peki, kamu burada ortaya çıkan vergi gelir kaybını nasıl ikame eder? Tabiî ki diğer vergi kalemlerindeki (bunlar da genellikle sabit gelirlilerden işçi, memurdan alınan vergiler ve KDV, ÖTV gibi dolaylı vergilerdir) vergi gelirlerini artırmayı amaçlar. Doğal olarak bu şekilde bir vergilendirme politikası bir takım olumsuzlukları ortaya çıkarabilir. Örneğin artan vergi oranları ve baskısı vergi kaçakçılığını tetikleyebilir (literatürde Laffer eğrisi olarak da bilinen durum), ayrıca artan vergi oranları üreticiler ve işletmeler için ek bir maliyet demektir ki bu da fiyat artışı/ enflasyon olarak topluma yansır (son günlerde KDV artışı neticesinde iğneden ipliğe her şeyde fiyat güncellemesi yapılması gibi).

Yine ülkemiz ekonomisinde geçmişten günümüze sürekli uygulama alanı bulmuş olan bir konu vergi afları uygulamasıdır. Esas itibariyle aflar, genel olarak kurala uyan, sorumluluğunu zamanında yerine getiren doğru vatandaşı bir anlamda cezalandıran uygulamalardır. Ekonomilerde bu tür aflara sıklıkla başvurmak, vatandaşların ödevlerini yapmamasına yol açar. Vergi ve cezaları ödeyecekse ödemez, imara uygun bina yapacaksa yapmaz gibi… Yine aflar suça teşvik sağlayıcı etkilerinden dolayı suç oluşumuna dolaylı katkı sağlarlar. Vergi afları da her seçim öncesi dönemde Türkiye ekonomisinde başvurulan bir yöntem olmuştur. Ve bu uygulama neticesinde vergi tahsilatlarında ciddi kayıplar söz konusu olmuştur. Örneğin seçim sonrası başvurulan bazı ürünlerde KDV artışı, ÖTV artışı, MTV’nin ikinci kez ödenmesi ve Kurumlar vergisinin %’25 ten 30’a çıkartılması ile beklenen toplam gelirin 150 milyar TL civarında olduğu ifade edilmiştir. Oysa bu vergileri artırmak yerine daha önceden tahakkuk ettirilmiş ama hâlâ tahsil edilememiş vergi gelirleri toplanabilse yaklaşık 300 milyar TL gibi bir gelirin elde edileceği ifade edilmektedir. Zira Türkiye ekonomisinde zaman içerisinde (2011 sonrası) vergi tahsilat/tahakkuk oranı giderek bozulmuş ve bu oran % 90’lardan % 80’lere kadar düşmüştür. Bu durum da kamunun vergi gelir kaybını telafi edebilmesi için dolaylı vergi ve sabit gelirleri olan bireylere daha fazla yüklenmesine yol açmaktadır. Yine burada da bu popülist politikaların maliyeti çoğunlukla toplumun orta sınıfına yıkılmış olmaktadır.

Ayrıca kamunun bu şekilde vergi ile ekonomik yaşama fazlaca müdahalede bulunması, ekonomik özgürlüklerin kısıtlanması ve mülkiyet haklarının da zayıflaması demektir. Ekonomik özgürlük, mal ve hizmetlerin üretim, dağıtım ya da tüketim aşamalarında kamunun herhangi bir kısıtlayıcı ya da zorlayıcı müdahalesinin olmaması anlamına gelmektedir. M. Friedman “insanları özgür bırakmanın, iktisadî açıdan onların bireysel teşebbüs ve inisiyatiflerini harekete geçirdiğini ve milletleri iktisadî büyüme yolunda emin adımlar atmalarını sağladığını” söylüyor. Bununlar beraber, “iktisadî zenginlik ve devletten bağımsız hareket edebilmek, sivil ve siyasî özgürlüklerin de gelişmesini teşvik etmektedir. Ekonomik Özgürlük, Yatırımlar İçin Güçlü Bir Mıknatıstır. Şu an Türkiye ekonomisinin en önemli amacı, üretimi ve yatırımı teşvik edici politikalara odaklanması iken kamunun bu şekilde bir vergileme politikası ve anlayışı ile ekonomiye müdahalesi ciddi zararlar vermektedir. Ayrıca bu şekilde vergileri artırmak zaman içerisinde sadece vergi kaçakçılığı üzerinde değil, artan maliyetler neticesinde birçok işletme ve üreticinin piyasadan çekilmesine de yol açabilir. Bu da hem vergi tabanının yok olmasına (altın yumurtlayan tavuğu kesmek hikâyesi) hem de üretim ve istihdamın düşmesine yol açarak mal arzı azaldığı için fiyatların yükselmesine yol açabilir. Neticede bütün bu süreçler yine aynı şekilde toplumun orta ve alt kesiminin daha fazla olumsuz etkilenmesine neden olabilir. Ülkemizde seçim öncesi ve sonrası yaşadıklarımız, ekonomideki son gelişmeler üzerine özellikle toplumun alt ve orta kesiminin ekonomik olarak daha büyük sıkıntılar yaşaması ve bu hususta daha fazla kamuoyu oluşturmaları bunun bariz bir örneğidir.

Yine kamu finansman ihtiyacı ve yöntemleri hususunda konuşulması gereken, (belki de en önemlisi ya da önceliklisi) kamu gelirlerinden ziyada kamu giderleri ve bunun kullanımı konusu olmalıdır. Sınırlı devlet anlayışını benimseyen maliye bilim insanlarına göre,  en önemli kamu geliri, vergiler ya da borçlanma değil, kamu giderlerinin sınırlandırılması ve rasyonalize edilmesidir. Yani kamunun işlevi ve boyutu üzerinden sağlanacak bir düzenleme, kamu harcamalarının daha dengeli ve daha etkin bir şekilde kullanımını doğuracaktır. Bu bağlamda bizim de ülke olarak kamu gelirlerini nasıl artırabiliriz sorusundan önce “kamu harcamalarında nasıl tasarruf sağlayabiliriz, kamu giderlerini nasıl daha etkin kullanabiliriz” sorularına cevap bulmamız daha doğru bir tercih olacaktır. Çünkü en iyi kamu gelir politikası, giderleri azaltıcı ve düzenleyici politikalardır. Bunun da yöntemi aşırı büyüyen, sürekli ekonomiye müdahale eden bir devlet anlayışından uzaklaşıp, minimal bir devlet anlayışını en kısa sürede referans alan bir yapıya dönüşmekten geçmektedir.

Sonuç olarak, “züccaciye dükkânına giren ve yerdeki bardağı kaldırmak isteyen fil misali…” kamunun ekonomiyle ilgili bir aksaklığı ortadan kaldırmak için yaptığı her müdahale (ne kadar iyi niyetli olursa olsun) maalesef daha büyük sorunların baş göstermesine yol açmaktadır. Son günlerde kamunun vatandaşın durumunu iyileştirmek için yaptığı her türlü ekonomik müdahale daha büyük sorunların baş göstermesine yol açmaktadır. Kısacası “kaş yapalım derken göz çıkarılmaktadır.”

Sağlıcakla…..

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et