Levent Köker – Düzenleri bozulanların statükocu tepkileri

Türkiye, içinde bulunduğu coğrafyada yer alan pek çok topluma göre daha uzun bir temsilî demokrasi tecrübesine sâhip.
 
 
 

 

Bu tecrübeyi, Türkiye toplumunun iki yüzyıla yaklaşan “modernleşme tarihi” içinde değerlendirdiğimizde, pek çok Avrupa ülkesiyle mukayese edilebilecek bir “başarı” olarak nitelemek dahi mümkün. Yakın târihin en önemli dönüm noktalarından biri olan 1980’i referans alırsak, Türkiye’de demokrasinin gelişip kökleşmesini engelleyen en önemli faktörlerden biri olarak öne çıkan “askerî ve sivil bürokrasinin siyasete doğrudan veya dolaylı müdahalesi”nin, kabaca 2001/2002 sonrası dönemde yapılan reformlarla artık gündemden çıkmakta olduğunu söyleyebiliriz. Biraz daha dolaysız ve daha kesin iyimserlik içeren bir ifâdeyle, demokratik olmayan güçlerin demokratik siyasete müdahale kapasitesinin ortadan kaldırılmakta olduğu bir sürecin artık sonlarına geldiğimiz bile söylenebilir.

Hâl böyleyken, özellikle 2007 genel seçimlerinden bu yana, halk oyuna veya âmiyâne tâbirle “sandığa” her müracaat edilişinde, ortaya çıkan “çoğunluk tercihi”ni beğenmeyenlerin ortaya attıkları birtakım “görüşler”, Türkiye’nin demokratik birikimine büyük haksızlık yapmaktadırlar. Cumhurbaşkanı seçimi ile ilgili olarak ortaya çıkan siyasî ve anayasal krizin içinde gerçekleşen Temmuz 2007 seçimlerinde, Türkiye seçmeninin demokrasiye müdahale girişimlerini çok net bir biçimde reddetmesi gerçeğine karşı ortaya konulan bazı tepkiler herhâlde unutulmamıştır. Bunlar arasında en akılda kalıcı olanlardan biri –ki yazarının gerçekten “başarılı” bir iş yaptığını teslim etmek gerekmektedir!– halkın “bidon kafalı” olduğu ise, diğeri “genel ve eşit oy” ilkesine karşı çıkan tepkidir. Benzer tepkilerin ve bunlardan çok daha vahim bir ölçüde –”hıyânet” gibi– hakaretâmiz ifâdelerin referandum sonrasında da dile getirildiği maalesef görülmektedir. En az bunlar kadar vahim olanı ise, HSYK seçimleri dolayısıyla, benzeri görüşlerin, üye sayısı 22’ye çıkmış bulunan HSYK’nın 10 asil ve 6 yedek üyesinin “seçmenleri”ni meydana getiren Cumhuriyet’in hâkim ve savcılarına yöneltilmesi olmuştur.

Bütün bunları, Türkiye’nin yaşamakta olduğu değişim içinde ortaya çıkması kaçınılmaz “statükocu” tepkiler görmek ve hattâ yaşanan değişim nedeniyle var olan durumdaki ayrıcalıklarını veya kurulu düzen içindeki yerleşik çıkarlarını kaybetme noktasındaki kesimlerin sosyolojik olarak izâhı mümkün çıkışları diye değerlendirmek mümkündür. Bununla birlikte, hem Türkiye’nin demokratik birikimi ve hem de demokratik değerler açısından ne denli kabul edilemez olurlarsa olsunlar, bunlarda dile getirilen bazı noktalar dikkat çekmektedir.

Üzerinde durulması gereken bir nokta, aslında dünyâ demokrasi târihinin bilinen eski gerilimine ilişkindir. Bu gerilim, Eski Yunan dünyasındaki ilk ortaya çıkışından sonraki uzun yüzyıllar boyunca, demokrasinin “halk çoğunluğunun mutlak iktidarı” olarak anlaşılmış olmasından kaynaklanmaktadır. En sistematik olarak Platon ve Aristoteles tarafından dile getirilerek sonraki çağlara ve toplumlara aktarılmış bu eski yoruma göre demokrasi, “yoksul ve câhil halk kitlesi”nin iktidarıdır ve kötü bir siyâsî rejim tipidir. Bu yorumun dünyâ târihinde II. Dünya Savaşı sonlarına kadar süren, neredeyse ikibinbeşyüz yıllık popülerliğinin önemli bir nedeni, “câhil ve yoksul halk kitlesi”nin zorbalar tarafından “kötü amaçlar için” kullanılacağıdır. Modern çağda ortaya çıkan ve aslında buna bağlanabilecek olan bir diğer neden ise, geniş halk yığınlarının “bireysel özgürlük” kavramında ifâdesini bulan değerleri anlayamamış olmasıdır. Bir diğer deyişle, halk çoğunluğunun “aydınlanmamış” tercihleri, bireylerin özgürlükleriyle çatışabilir ve bu çatışma rejimin bir “çoğunluk zorbalığına” dönüşmesini beraberinde getirir.

Halk hâkimiyeti diye özetleyebileceğimiz bir “demokrasi” anlayışı ile özgürlükler arasındaki gerilimden kaynaklanan bu değerlendirmelerin hem dünyâ tecrübesinde ve hem de Türkiye’nin demokrasi tarihinde dikkât çekici karşılıklar bulduğu görülmektedir. Örneğin Türkiye’de, tek parti döneminde var olan “halk için halka rağmen” anlayışı, halkın kendisi için iyi olanı bilip tercih edemeyeceğine dâir bir önkabûl üzerine kurulmuştu. Bugün tasfiye edilmek istenen “vesâyet rejimi”nin esasını oluşturan bu önkabûlün tek parti dönemindeki bâzı örnekleri dikkat çekicidir. Örneğin, 1945 öncesinde uygulanan iki dereceli seçim sisteminin kaldırılarak, tek dereceli seçim sistemine geçilmesi taleplerine karşı, tek parti liderliğinin itirazı, halkın kandırılacağı ve böylece parlâmentoya “ağa, şeyh, mütegallibe takımının dolacağı” gerekçesine dayanıyordu. “Halkın kandırılacağı” yargısı, “yoksul ve câhil bir kitle” olarak görülen halkın, yine tek parti dönemine özgü bir ifâde olan, “onca sene tahsil-i âli etmiş (yükseköğrenim görmüş)” olanların seviyesinden aşağıda olduğu değerlendirmesinden kaynaklanıyordu. Aradan geçen onca zaman ve Türkiye toplumunun bugün geldiği gelişmişlik düzeyine rağmen, bugünkü tepkilerde de bu tek parti zihniyetine özgü değerlendirmenin yankılandığını ve “genel ve eşit oy ilkesi”ne karşı çıkılmanın imâ edildiğini görmekteyiz.
Bunların “eleştirilmesi” ve aşılması gereken, günümüzün çoğulcu ve özgürlükçü demokrasi anlayış ve pratiğiyle bağdaşması mümkün olmayan değerlendirmeler olduğu herhalde anlaşılmış olmalıdır. Bununla birlikte, “halkın kandırılacağı” tezinin anti-demokratik bir siyasî bilinç öğesi olarak gündemdeki varlığını ve etkililiğini korumaya devam ettiği de gözlenmektedir. Örneğin, nasıl yukarıda andığım bazı değerlendirmelerde AK Parti’nin 2007 genel seçimlerinde, 2009 yerel seçimlerinde ve son anayasa değişikliklerindeki halkoylamasında seçmen çoğunluğunu, halkın yoksulluğundan ve cehaletinden yararlanarak kandırdığı ileri sürüldüyse, benzer bir iddia şimdi BDP’nin oyları için ortaya atılmaktadır. Bu defa yalnız, kandırma değil, “korkutma”dan söz edilmektedir: İddiâya göre BDP’nin aldığı oylar “tehdit” temellidir, seçmenin gerçek iradesini yansıtmamaktadır. Benzer bir “korkutma” iddiâsını, biraz da ironik bir biçimde, HSYK seçimleri için de duymaktayız: HSYK seçimlerinin sonuçlarını beğenmeyenler arasında, seçimlerin Adalet Bakanlığı’nın tehditleri altında gerçekleştiğini ileri sürenler bulunmaktadır.

Adını koyalım: Türkiye demokratikleşecekse, demokrasi ile ilgili olarak dünya standartlarına uygun bir yere gelecekse, bunun hem merkezî ve hem de yerel yönetim düzeylerinde halk (seçmen) iradesinin hâkim kılınmasından başka bir anlama gelmesi mümkün değildir. Türkiye halkı (veya daha gerçekçi olarak seçmenleri), her düzeyde, farklı talep ve beklentileri olan çoğulcu bir topluluk oluşturmaktadır ve demokratikleşmenin ön şartlarından biri bu çoğulculuğu kabûl etmek ve sık sık söylenen “farklılıklar zenginliğimizdir” sloganının gereğini yerine getirmektedir. Çoğulculuğun kabûlü ve gereğinin yerine getirilmesi ise, çok somut olarak, var olan ve iyi bilinen temel insan haklarının tavizsiz ve çekincesiz uygulamaya konmasıdır. Böyle bir demokratikleşme, hiç kuşkusuz, beğenilmeyen, siyaseten hoş karşılanmayan seçmen tercihleri karşısında, bunları ortaya koyanların irâdelerini, câhilliklerinden ötürü “hatâ ettikleri”, “hileye maruz kaldıkları” veya “korkutuldukları” gerekçeleriyle küçümsemek, hattâ –daha da vahimi– yok saymakla gereçekleştirilemez. Galiba toplumca, seçmen irâdesinin, genel seçim, yerel seçim, referandum, HSYK gibi örneklerde karşımıza çıktığı biçimleriyle, sahihliğini ve sâhiciliğini kabûl etmek durumundayız. Hangi düzeyde olursa olsun, ortaya çıkan seçmen irâdesini kendi kısmî çıkar ve beklentilerimize göre beğenmediğimiz veya uygun bulmadığımız için, bu iradenin mutlaka hatâ, hile veya ikrahla sakatlandığından dem vurmanın demokratik bir yaklaşım olmadığını anlamamız gerekiyor.

Zaman-Yorum, 21.10.2010
 

Bu Yazıyı Paylaşın

BU YAZARIN DİĞER YAZILARI

YAZAR PROFİLİ

SON YAZILAR

bizi takip edin
sosyal medya hesaplarımız

0BeğenenlerBeğen
0TakipçilerTakip Et
1,714TakipçilerTakip Et