Kuvvetler ayrılığı ile anayasacılık arasındaki ilişki hakkında konunun uzmanları için referans niteliğinde bir eser kaleme almış olan M.J.C. Vile’ın belirttiği gibi, yüzyıllar boyunca kuvvetler ayrılığı özgür toplumların kurumsal yapılarını özgür olmayanlarınkinden ayırmanın başlıca aracı olmuştur. Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirisi’nin malum hükmünü hatırlayınız (m.16): “(…) kuvvetlerin ayrılığı belirlenmemiş olan toplumlar asla Anayasaya sahip sayılamazlar.” Modern çağda ta Montesquieu’dan bu yana, kuvvetler ayrılığının devlet sistemi içinde güçlerin tek bir yerde toplanmasını önleyerek iktidarın kötüye kullanılmasını önlemeye hizmet edeceği düşünülmüştür.
Kuvvetler ayrılığı teorisi özetle şunu söylüyor: Devletin yasama, yürütme ve yargı şeklinde üç branşa veya bölüme ayrılması siyasi özgürlüğün tesis ve idamesinin esasını oluşturur. Bu üç organın her birine kendi niteliklerine uygun birer devlet işlevi karşılık gelir: Yasama, yürütme, yargı. Bu nedenle her bir organ sadece kendi işlevini yerine getirmeli ve diğer organların işlevlerine karışmasına izin verilmemelidir. Bu şekilde organların her biri diğerini frenleyecek ve tek başına hiçbir organ devlet mekanizmasını kontrol edemeyecektir. Yani, kısaca, hem organlar hem işlevler hem de bunları yerine getirecek kişiler ayrı olacaktır.
Aslına bakılırsa, bugün “kuvvetler ayrılığı” diye andığımız şey bu doktrinin “saf” halinden veya “ideal tipi”nden farklıdır. Yukarıdaki kısa açıklamanın da gösterdiği gibi, başlangıçta, kuvvetler ayrılığı devlet organlarının yetkisinin frenlenmesine “negatif” bir yaklaşımı ifade ediyordu. Buna göre, belirli işlevleri olan farklı, özerk karar-verici organların varlığı, kendi başına, iktidarın bir yerde toplanmasını ve kötüye kullanılmasını önlemeye yeterdi. Fakat, yine Vile’ın dikkat çektiği gibi, teori zamanla pozitif bir unsuru, “frenler ve dengeler” anlayışını da içine alacak şekilde değişikliğe uğradı.
Bu şu demek: Orijinal “kuvvetler ayrılığı” yasama, yürütme ve yargı işlevinin her birini yerine getirecek organları -kimsenin diğerlerinin işine karışamayacağı şekilde- birbirinden bağımsızlaştırmanın yeterli bir fren olacağını varsayar. Montesquieu’nun dediği gibi, “kuvveti kuvvetle durdurmak” gerekiyordu. “Fren ve denge” anlayışı ise, buna ek olarak, her bir kuvvetin diğer kuvvetin işlevine bir ölçüde katılmasını sağlamanın da aynı amaca hizmet edeceğini söyler. Bu anlayışa uygun olarak tasarlanan 1787 ABD Anayasasıyla birlikte, böylece, fren veya frenleme kavramı olumlu bir anlam da kazanır hale geldi.
Bugüne gelirsek: Gündemdeki anayasa değişikliği paketi kuvvetler ayrılığını ortadan kaldırmıyor; çünkü, yargı işlevi halâ mahkemelerin münhasır yetkisinde. Yapılmaya çalışılan, “pozitif” fren anlayışına uygun olarak, yasamayla yargı arasında çoğu Batı demokrasisinde var olana benzer bir irtibat hattı kurmaktan ibaret. Anayasa Mahkemesi’ne TBMM’nin ve Cumhurbaşkanının üye seçmesi de, Adalet Bakanı’nın yeni özerk yapısında HSYK’nın Başkanı olması da bundan başka bir anlam taşımaz. Kaldı ki, HSYK bir yargı organı değil, fakat “yargının idaresi”yle (administration of justice) görevli bir kuruldur.
Öte yandan, anayasa mahkemeleri de yerine getirdikleri işlev bakımından saf yargısal değil, fakat siyasi-hukuki kurumlardır. Anayasa mahkemelerinin konumu Montesquieu’nun mahkemeler için söylediği “kanunların lâfzını konuşturan” yargı mercii olmaktan ibaret değildir. “Negatif yasayıcı”lar olarak anayasa mahkemelerinin demokratik meşruluğa da ihtiyaçları olduğu şüphesizdir. Kaldı ki, Türkiye Anayasa Mahkemesi genel bir eğilim olarak “pozitif yasayıcı” olmaktan da kaçınmamaktadır.
Star, 01.04.2010