Devlet ne gökyüzünden indi, ne de topraktan bitti. O, hayatımızı kolaylaştırmak için inşa ettiğimiz bir kurum. Devlet kutsal değil. Ordu da devletin kurumu ve o da kutsal değil.
***
Normalleşmek istiyorsak;
Diğer pek çok toplum gibi demokratik hukuk devletinde yaşamak istiyorsak; İçinden “benim Evren’den neyim eksik? Fırsatını bulsam da şu memleketi bir de ben kurtarsam” diye geçiren muhteris cuntacılardan kurtulmak istiyorsak; “İstihbarat almanıza rağmen Dersim’deki karakolda niye önlem almadınız?”, “niye bölgeye saatler sonra ‘intikal’ edebildiniz?”, “sakın bir bit yeniği olmasın?” gibi makul sorulara tahammül etmeme lüksüne sahip bir bürokrat istemiyorsak; Ve demokratik hesap verebilirlik gereği açıklama yerine soruyu soranlarla “mütareke basını” gibi ifadelerle laf kavgası yapan bir genelkurmay başkanı istemiyorsak, yerleştirmemiz gereken gerçek bu.
***
Ama bu sadece hukuki ve siyasi bir reformla ulaşılabilir bir hedef değil.
Çünkü mevcut hukuki ve siyasi çerçeve bile, genelkurmay başkanına bir siyasi parti lideri gibi davranma serbestisi vermiyor.
Yani sorun sadece mevzuat değil. Güç ilişkilerinde de hukuktan ve demokrasiden yana ağırlık oluşturmak gerekiyor. Bunun bir parçası da, zihinlerimizi ve dilimizi de devletin ve onun bir kurumu olan ordunun kutsal olmadığı gerçeğine uygun hale getirmek.
Çünkü “peygamber ocağı” gibi nitelemelerle hem orduya uhrevi veya aşkın bir değer izafe edip, hem de onun her şeye müdahale etmesinden şikayet etmek tutarsızlıktır.
***
Bugün muhafazakar ve İslami kesimler, ordunun Türkiye’deki adaletsiz ve hukuk dışı laiklik pratiğinin bekçiliğine soyunmasından ve ayrımcılık yapmasından haklı olarak şikayet ediyorlar. Ama bu haksızlığa her zaman adil ve tutarlı bir perspektiften karşı çıkmayı başaramıyorlar. “Ordunun halkın değerleriyle -artık onlar ne ise- barışık” olmadığından yakınıyorlar ve bu değerlerle barıştığında sorun bitecek sanıyorlar. Belki de bazıları, yarın kendisine dini bir misyon yükleyip, “din elden gidiyor” diye darbe yapacak bir ordudan şikayetçi olmayacak.
“Sen dini korumaya çalışma, sınırları koru, dini korumak benim işim” demeyecek.
Oysa ordunun halkın değerleriyle küs veya barışık olması gerekmiyor. Ordunun, ülkeyi savunma dışında bir görev yüklenmesi gerekmiyor. Daha doğrusu, yüklenmemesi gerekiyor.
***
Normalleşme için, adil, tutarlı ve herkese karşı ileri sürülebilecek bir ahlaki temelden hareket etmek, zihniyetimizi ve söylemimizi ona göre yeniden inşa etmek zorundayız. Yani siyasi ve hukuki taleplerimizi, sağlam bir ahlaki temele oturtmak zorundayız.Bunun anlamı şu:
Yarın ordu adına birileri, “biz İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nin muhafızıyız”, “çoğulcu demokrasiden ve liberteryen ideallerden ödün verilemez” dediğinde de, “dur bakalım, bu değerleri ben savunuyorum, sen işine bak” diyebilmeliyiz.
Diyemezsek, hem ahlaki bakımdan “kötü bir yer”de oluruz, hem de sadece mağduriyetin niteliğini değiştirdiğimizle kalırız.
BDP’ye şiir
Öcalan Monarşisinden mi, körlük derecesindeki siyasi basiretsizlikten mi?
“AKP” aleyhtarlığının cazibesinin demokrasiye üstün gelmesinden mi? Yoksa daha “derin” bir hesap mı?.. Ne fark eder ki!
Sonuçta BDP, MHP ve CHP ile birlikte hareket etti ve siyasi partilerin kapatılmasını fiilen imkansızlaştıracak son derece önemli bir anayasa değişikliği paket dışı kaldı. Partilerin kapatılmasına karşı çıkmayan kapatma mağduru muhalif bir parti!.. Aklıma yıllar önce Aziz Nesin’den okuduğum bir “şiir” geldi; ben de kendilerine ithaf ediyorum:
“Mehmet gitti askere
Allah akıllar vere
Onda bu kafa varken
Zor alacak tezkere”.
Star, 04.05.2010