Taraf’ın afişe ettiği “Balyoz” planı, güzel memleketimizin kaç bucak olduğunu bize bir kez daha gösterdi. Bir defa daha gördük ki, şanlı ordumuz, bizi kendi ellerimizle seçip iktidara getirdiğimiz hükümetlerden kurtarmak için her türlü fedakarlığa hazır. Bir iki jet-düşse, biraz eğitim zayiatı verilse, üç-beş vatandaş havaya uçsa, yüz binlercesi tutuklansa bile…
Hep dedikleri gibi, eğer mevzu bahis olan vatan ise, gerisi teferruat.
Ancak vatanın burada hangi tehditten korunduğunu iyi anlamak gerek. Bu, yabancı bir ordunun saldırısı ve işgali değil. Hayır, şanlı ordumuzun ülkeyi kendisinden koruduğu şey, Kemalist olmayan siyasi partiler ve toplumsal hareketler. Zaten bugüne dek hep Kemalist olmayan partileri (DP’yi, iki kez AP’yi, sonra RP’yi) iktidardan indirdi. 2002’den bu yana da AK Parti’yle uğraşıyor. Nasıl uğraştığını da Taraf sayesinde artık epey öğrenmiş durumdayız.
80 yıllık silahlı mücadele
Dikkat ederseniz buradaki temel sorun, ordunun ideolojisi olan Kemalizm ile, Türkiye halkının çoğunluğunun eğilimleri arasındaki fark. Eğer böyle bir fark olmasaydı o zaman ortada bir sorun olmayacak, şanlı ordumuz da darbelerle, andıçlarla, “ balyoz”larla uğraşmayacaktı. Mesela 2002 ve 2007 seçimlerini Kemalist CHP kazanmış olsaydı, hiç kafamız ağrımayacaktı.
Ama işte zaten Cumhuriyet’in temel paradoksu da burada: Bu rejimin resmi ideolojisi olan Kemalizm, halk arasında bir azınlık ideolojisi. Bu yüzden bugüne dek hiç seçim kazanamadı. Dolayısıyla da “demokrasi” denen riskli oyuna hiç ısınamadı. Aksine, hep belindeki silaha (ve elindeki “yüksek yargı”ya) güvendi.
İş, ilk baştan beri böyleydi. Cumhuriyet’in ilanının hemen ardından iki siyasi parti kurulmuş, Kemalizm CHP’de, liberal/muhafazakar sentez de Terakkiperver Fırka’da ifade bulmuştu. Fakat Kemalist CHP, siyasi rakibiyle demokratik bir yarışa girmekten korktu ve çareyi onu kapatıp liderlerini tasfiye etmekte buldu. 1930’da kendi talimatı ile kurulan Serbest Fırka’dan bile korktu ve onu da hemen kapatıverdi.
1946’da ise, mecburen, istemeye istemeye, çok partili hayatı kabul etti. Ama ne zaman baktı ki ipin ucu kaçıyor, hemen silaha sarıldı. Başbakan öldürdü, işkence yaptı, fail-i meçhul cinayetler işledi. İsmet İnönü veya Deniz Baykal gibi Kemalist siyasetçiler de hep arkalarındaki bu silahlı güce güvendiler. Birincisi Menderes’e “ sizi ben bile kurtaramam” demişti. İkincisi Erdoğan’a “idam sehpası” imasında bulundu.
Düz ovada siyaset zamanı
Ama artık bugün geldiğimiz noktada ne dünyanın ne de Türkiye’nin şartları bu “silahlı ideoloji”yi kaldırıyor. Dolayısıyla da Kemalizm’in (bir başka silahlı ideoloji için son dönemde sıkça önerildiği gibi) artık silahı bırakıp “düz ovada siyaset” yapması gerekiyor.
Bunun anlamı, Kemalizm’in, ordunun (ve “yüksek yargı”nın) değil, sadece CHP gibi siyasi partilerin ve sivil aktörlerin ideolojisi olması gerektiği. Bu, elbette kolay bir dönüşüm değil. Hiç değil. Ama başka çıkar yol da yok.
Eğer bu dönüşüm gerçekleşirse, sonuç sadece Türkiye değil Kemalizm için de iyi olur aslında. Arkasındaki silahlı güce yaslanmaktan vazgeçen, bunun yerine oy kazanmaya yönelen bir “neo-Kemalizm”, kaçınılmaz olarak yumuşar. Kemalist partiler de, “laiklik dini”yle kafayı bozmuş dar bir kitlenin temsilcisi olmaktansa, “Türkiye partisi” olmaya çalışır, mesela “çarşaf açılımı” gibi saman alevlerini kalıcı hale getirirler.
Ama Kemalizm “silahlı mücadele”de direttiği sürece daha çok “balyoz” iner tepemize. Hem de kendi vergilerimizle finanse ettiğimiz, “göz bebeğimiz” diye safça taltif edip durduğumuz kurumların eliyle…
Star, 25.01.2010