O çocuk öldü. Öldürdük o çocuğu… Dün onun bedenini değil, kendi masumiyetimizi toprağa verdik. Artık hiçbirimiz masum değiliz. Hele devlet…
Birinci vazifesi, varlık nedeni o çocuğu yaşatmak olan devlet… Berkin Elvan, devletin sayısız kurbanlarından birisi olarak toprağa düştü.
Katili ortaya çıkmayacak, adalet falan da yerini bulmayacak. Devletin sırrı olur, aklı, derinlikleri, kutsalı, dokunulmazı olur, fail bulunmaz. Bulunsa da ölümün adaleti mi olur? Hiçbir adalet Berkin’i geri getirmez.
Bir çocuğu öldüren devletimiz olduğu için, ona bizim devletimiz dediğimiz için ve ona engel olamadığımız için hepimiz kirlendik, hepimiz suçluyuz. Ardından döktüğümüz gözyaşı biraz da bundan. Elimizde kalan tek şey vicdanlarımız. Onu kaybetmemeye çalışıyoruz ağıtlarımızla…
Vicdanlarını kaybetmeyen çok insan var. Dün gördük onları. Kıpır kıpır yürekler… Toplumun merkezi, sağduyusu… ‘Kim?’ diye sormuyorlar ağlarken. Çocuk işte. Daha 14 yaşındayken sokakta vurmuşlar onu. Tam 269 gün direnmiş, tutunmaya çalışmış. Hayallerine, sevdiklerine, daha yaşamadıklarına… Ve bırakıp gitmiş sonunda. Belki de yaşanmaya değer bulmamıştır artık bu toprakları, kim bilir?
Bir de az da olsa, arsız ve kaskatı kesilmiş yürekler var. Gönül gözleri kapanmış, vicdanları körelmiş. Bu toprakların en kadim geleneğini bile unutmuş onlar. İnsanların acılarını bile paylaşmaktan acizler.
Kimi ‘fişini çektiler’ diyor, kimi ne arıyordu sokakta? Çocuğun acısını yaşayanlara en ağır hakaret tiviti atan bir eski bakan, siyasetçi…
Bir ülke böyle bir vicdanla yönetilemez.
Ne oldu? Nasıl oldu? Devlet ve iktidar hırsı Berkin’den önce bizi öldürmüş. Bir çocuğun ölümüne bile hep birlikte ağlamayan bir toplum nasıl birlikte yaşayabilecek? Tek umudumuz vicdan eşiği bu kadar düşük olanların marjinal bir grup olması.
Yoksa, kim bilir daha ne acılar, ne tuzaklar konulacak önümüze.
Siyaset hayatın önüne geçmemeli. Hayat siyasete kurban edilmemeli.
Ancak öyle bir cinnet halini yaşıyoruz ki iktidar uğruna bir değil binlerin hayatını ortaya sürebilecek olanlar var.
Siyasetin ve devletin hukukla, insan haklarıyla, özgürlüklerle sınırlandırıldığı bir zeminde uzlaşmazsak varacağımız yer siyasetin bir hayat-memat meselesi olduğu rejimlerdir. Var olmanın iktidar olmaktan geçtiği, yani sadece güçlü olanların ayakta kalabileceği, diğerlerinin de güçlülerin insafına terk edildiği rejimler…
Siyasetin hayatı katletmemesi için temel müştereklerde uzlaşmak gerek. ‘Siyasal medeniyet’ denilen şey bu; yani, insanların hayat ve özgürlüklerinin iktidarda kim olursa olsun garanti altında olması…
Öyle bir siyasal krizden ve toplumsal kargaşadan geçiyoruz ki böyle bir rejim inşası adeta imkânsız görünüyor.
İyimser değilim, ama hâlâ umut var. Çünkü sandık var. Sandık oldukça, insanlar özgürce oy kullandıkça, adil bir seçim yapıldıkça değişim için umut vardır. Toplumun sağduyusuna güvenmek zorundayız.
Önümüzdeki bir yıl içinde üç seçim varken değişimi sandıkta değil sokakta aramak abesle iştigal. Bütün tahriklere, provokasyonlara rağmen sokak, hele şiddet, değişimin aracı olamaz; aksine otoriterliği meşrulaştırıcı, iktidarı pekiştirici, değişim isteyenleri marjinalleştirici bir sonuç üretir.
Şiddet, otoriterliği meşrulaştırmanın en kestirme yoludur. ‘Bizim devlet’ bunu çok iyi bilir. Gerekiyorsa üretir de… Şiddet üretme yeteneği tarihsel tecrübeyle sabittir. Derini vardır, kontrgerillası vardır, Ergenekon’u, özel harp dairesi vardır…
Sokaklar güvenli değil. Berkin Elvan’dan biliyoruz. Diğer canlardan biliyoruz; dün sokakta kaybettiğimiz Burak Can Karamanoğlu’ndan biliyoruz, Tunceli’de kaybettiğimiz polis memuru Ahmet Küçüktağ’dan biliyoruz. Sokak kimse için tekin değil artık…
Bu toplum 1950’den beri en zor dönemlerde bile sandığa sığınmış, değişimi sandıkta gerçekleştirmiştir. Tek yol sandık, demokrasi en iyi rövanştır…
Bu yazı Zaman Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.