İlhan Tekeli-Selim İlkin’in T.C. Merkez Bankası Kitabı Üzerine
Akademik tarihçilik gerçekten zor bir meslektir. Çoğunlukla çalıştığınız konu veya olayın tanığı kalmamıştır, belgeler yetersizdir ve bir dedektif gibi kanıtları toplayarak çıkarımlar yapmak durumunda kalırsınız. Kanıtların azlığını şikâyet etmek için söylemiyorum. Çünkü hayatın doğal akışı böyledir. Bugün bile her adımımızı, aklımızdan geçen her fikri veya her eylemimizi anlık kayıt altına almıyoruz ve geçmişe dönüp düşündüğümüzde zihnimizde kalanlar giderek azalıyor. Üstelik üzerinden yeteri kadar uzun bir zaman geçtiyse artık o olayların hiçbir kanıtı kalmıyor. Sanki yaşanmamış gibi oluyor. Üzerinden 91 yıl geçtikten sonra şahidi kalmamış, kanıtı belgesi kalmamış bir ortamda bu olay olmamıştır, yaşanmamıştır diyebilir miyiz? İşte bu sorumun oldukça ilginç bir örneğini açıklayacağım bu yazımda.
Akademik bir tarihçi olarak aklımdaki bir konuyu araştırmaya ikincil literatürü okuyarak başlıyorum. Bu aşamanın benim için önemi bilgi edinmekten ziyade yazarların ellerindeki bilgileri nasıl yorumladıklarını görme isteğimdir. Çünkü bana göre akademik tarihçilik sadece bilgi aktarmak değil, bilgiyi hakikate uygun bir şekilde yorumlayabilmektir. Geçen yıl bu düşüncelerle aklımdaki bir konuya çalışırken İlhan Tekeli-Selim İlkin ikilisinin 1997 yılında yayınladığı Para ve Kredi Sisteminin Oluşumunda Bir Aşama: Türkiye Cumhuriyet Merkez Bankası isimli kitabını tekrar gözden geçirdim ve ilginç bir ayrıntıya takıldım. Bu kitapta American-Turkish Investment Corporation (ATIC) isimli ABD menşeili bir şirketin kibrit inhisarını almak kaydı ile 25 yıl süreli %6,5 faizle 10 milyon dolar kredi verdiği ve bu kredinin T.C. Merkez Bankası’nın kuruluş sermayesi olarak kullanıldığı iddia ediliyor. Üstelik bu iddianın kanıtı da gösterilmiyor. Bu kitabı daha önce okuduğumda bu ayrıntı dikkatimi çekmemişti. Kitabın yayınlanmasının üzerinden 25 yıl geçmesine rağmen hiçbir araştırmacının da dikkatini çekmemiş olacak ki kimse bu bilgiyi sorgulamamıştı. Üstelik geçen yıl Merkez Bankası 91. yıl dönümünü kutlarken yayınladığı videoda bankanın milli sermayeyle kurulduğunu vurguluyordu. Oysa 1997 yılında kendilerinin yayınladıkları kitap bir Amerikan şirketinin kredisi ile kuruldu diyor. Şimdi, bu konuda hakikat bir tane olmalıdır. Fakat kanıtı nasıl bulunabilir? İlk aklıma gelen Bilgi Edinme Kanunu’na istinaden T.C. Merkez Bankası’na bu konuyu sormak oldu. Çünkü konunun muhatabı Merkez Bankası ve ilgili kitabın yayıncısı da Merkez Bankası. O halde sadece araştırma yapmaya çalışan bir tarihçiye cevap verebilecek ilk merci kendileri idi. Bu vesileyle 22.08.2022 tarihinde T.C. Merkez Bankası’na uzun bir açıklama metni yazarak bilgi edinme başvurusu yaptım. Cevaplarını akademik bir çalışmada kullanacağımı belirterek şu soruları sordum:
Bu bilgi doğru mudur?
Eğer doğru ise kaynağı nedir?
Eğer doğru ise bu kredinin şartları nelerdir? Sözleşmesi mevcut mudur?
Eğer doğru ise bu kredinin geri ödemesi yapılmış mıdır? Yapıldı ise hangi tarihlerde ve ne miktarlarda yapılmıştır? Kredi ödemesi ne zaman tamamlanmıştır.
Bu konu neden önemlidir? Çünkü ispatlanabilirse geleneksel tarih anlatımının seyrini değiştiriyor. Merkez Bankası’nın milli sermayeyle kurulmadığı ortaya çıkıyor. Başvurumun üzerine uzun bir bekleme sürecine girdim. Tam 40 gün cevap bekledim. Cevap verilmedi. Zaten Bilgi Edinme Kanunu’na istinaden gelen bir başvuruya verilecek cevabın doğru olma zorunluluğu nedir, bilemiyorum. Bilerek yanlış cevap verilirse bunun yaptırımının ne olacağı da belirsiz. Başvurumun üzerinden 40 gün geçtikten sonra başvuru dilekçemi Merkez Bankası’nı da etiketleyerek Twitter’dan yayınladım. İlginç bir şekilde ertesi gün Merkez Bankası’ndan bana cevap gönderildi. Bu durumu Bilgi Edinme Kanunu’nun bir sosyal medya platformu kadar bile etkili olamaması olarak mı yorumlamak gerekir diye de düşünceler içerisindeyim. Her neyse. Bana verilen cevapta bu konuda herhangi bir belgeye rastlanamadığını bildirmişler. Bir kredi anlaşmasının belgesinin olmaması bu bilginin yanlış olduğunu düşündürtmektedir. Ama nasıl emin olabiliriz? Sonuç böyle olunca akla yeni sorular da gelmektedir:
Madem kanıtı yoktu, 1997 yılında bu kitaptaki bu bilgiyi bir yayıncı olarak nasıl yayınladınız?
25 yıldır hiçbir tarihçi bu bilgiyi neden sorgulama ihtiyacı hissetmemiştir?
Kanıtın yokluğu, yokluğun kanıtı olabilir mi? Yani belgesi bulunamıyorsa bu olay olmamış diyebilir miyiz?
Birinci sorumun cevabı artık beni aşmaktadır. 25 yıl sonraki yönetime bu soruyu sormak haksızlık bile olabilir. Kitabın yayınlanması onayını verenler emekli bile olmuş olabilir. Belki de bu soruyu dönemin guvernörü Gazi Erçel cevaplamalıdır.
İkinci sorumun cevabı konunun bir başka ilginç yönüdür. Akademik bir metin yazıldığında kanıtsız olarak iddia edilen bir konu başkaları tarafından dipnot verilerek zikredildiğinde ve hatta çok sayıda atıf aldığında birden meşrulaşabiliyor ve literatüre girebiliyor. Daha sonraki yıllarda konuya bakanlar ise çok sayıda atıf alındığına güvenerek eserin içindeki bilgileri sorgulama ihtiyacı hissetmeden kullanabiliyor. Araştırmacılar sıkça tekrarlanan bilgilerin doğru olduğu kanaatine vararak aynı bilgileri tekrarlamakta ve böylece bir yanlış varsa 25 yıl hiç düzeltilmeden üstelik onlarca yazarın da imzasıyla kalıcı hale geliyor. İşte yanlış bir bilginin literatürde taş gibi kalıcılaşması böyle oluşuyor. Halbuki ilgili bilgi doğru da olsa yanlış da olsa araştırmacının ilk görevi sorgulamaktır.
Üçüncü sorumun cevabı ise tarihçilik mesleğindeki derin bir metodoloji tartışmasına uzanıyor. Bir tarihçi olarak bir soru sorduğumuzda sorunun cevabını arşivde bulamıyorsak, tanığı da kalmamışsa bu olay olmamıştır diyebilir miyiz? Elbette belgesiz tarih olmaz. Fakat yazılı belge dışında hiçbir doğrunun olmadığı söylenebilir mi? Bazı tarihçiler tanıklığa da itibar etmeyip arşivde yazılı kanıtı yoksa bu olay olmamıştır demeye meyillidir. Fakat her yaşanan olay yazılı kayıt altına alınmış mıdır? İşte bu yazıda asıl sorgulamak istediğim konu budur. Tarihte olaylar gerçekleşir ve bizim gibi meraklılar 91 yıl sonra izlerini takip ederek bilgiyi teyit etmeye ve doğru ise anlamaya çalışır. Bu izleri mukayese ederek bazen bilgiyi kesinleştirebiliriz. Bazen de kesinleştiremeyiz. Tarihte yaşanmış her olay kayıt altına alınmamış olabilir. Bugün de yaşadığımız her olayı kayıt altına almadığımız gibi. Yani izinin olmaması olayın olmamış olduğuna delil değildir. Sadece kanıtının olmadığını söyleyebiliriz.
Benim araştırmamın ana konusu Merkez Bankası’nın kurum tarihi olmadığı için bu konu üzerine derin araştırmalar yapmaya daha fazla zaman ayırmadım. Belki gelecekte tarihçiler bu iddianın yazılı belgesini de bulabilir. Selim İlkin maalesef aramızdan ayrıldı ama kitabın diğer yazarı İlhan Tekeli bu iddiasının kanıtını bu yazıdan sonra belki sunabilir. Bu konudaki tarih anlatımının akışı belki değişebilir, belki de değişmez ama sözün özü şudur; akademik tarihçilik çok zor bir zanaattir.