Libya’ya yönelik operasyon eminim birçok insanın kafasını karıştıracak, tarihsel örneklerle Batı’nın Ortadoğu’ya müdahalesinin güncel bir tekrarı olarak anlatılacak.
Eveleyip gevelemeye gerek yok; kendi halkını savaş uçakları ve tanklarıyla bombalayan bir lidere arka çıkmanın hiçbir meşru gerekçesi, diktatörün ‘bizden’i olamaz.
Kaddafi, isyanın ilk günlerinde ‘ben gidersem El Kaide gelir’ tehditleri savurarak arkasına Batı’yı almaya çalışıyordu. Şimdi de yapılan operasyonları ‘haçlı seferleri’ diye niteleyerek Müslümanların desteğini almak için uğraşıyor. İşte adam bu, malzeme bu…
Gösteriler başladığı andan itibaren sokağa çıkan insanları tehdit eden, aşağılayan, onlara kiralık askerleriyle saldıran Kaddafi’nin hiçbir meşruiyeti yok. Kendi halkı nezdinde de, uluslararası standartlar bakımından da yok. Halkına karşı sömürgeci ülkelerin bile yapmayacaklarını yapan bir adam sadece ‘yerli’ olduğu için savunulmayı hak etmez. Ama hâlâ doğrudan veya dolaylı olarak bu adamı savunmaya kalkışanlar varsa bunu ‘Batı’ya karşı Müslüman dayanışması’ adına yapmasınlar lütfen. Strateji desinler, düzen desinler, petrol desinler, ama İslam’ı ağızlarına almasınlar. Kutsal olan hiçbir şey Kaddafi’nin halkına karşı işlediği suçları gizlemek için kullanılamaz, eğer bu kutsalın kutsallığına halel gelsin istenmiyorsa. İstediğiniz gibi ‘dayanışın’ Kaddafi’yle, ama buna ‘Batı’ya karşı İslam dayanışması’ demeyin.
Kaddafi’ye arka çıkmak, diktatörlerin kendi halkını katletme hakkı olduğunu söylemekten farklı değildir. Halkını katletmeye kalkışanlar yönetme hakkını kaybeder, meşruiyet zeminlerini imha ederler. Kendi halklarının gözünde meşruiyetini kaybeden liderler uluslararası arenada da ülkelerini temsil kabiliyetlerini yitirirler. ‘Dış’a karşı egemenlik ve karışmazlık ilkelerini öne sürenlerin önce ‘iç’te meşruiyetlerinin varlığını göstermeleri gerekir. Halkına karşı kaba güç kullananlar, başkalarının kendilerine kaba güç kullanmalarına da açık hale gelirler. Libya’da da olan budur.
Strateji oyunlarının, petrol kaynakları kimin kontrol edileceğinin, bölgede hangi ülkelerin nüfuzunun güçleneceğinin böyle durumlarda fazla önemi olmaz. Benim için temel öncelik zulmün sona ermesidir. Sonuçta zulüm sona erecek, iktidar halka, yani sahibine geçecekse gerisi teferruattır. Aslolan bütün iktidarın kaynağının halk olduğu ve halk tarafından kullanılması gerektiğidir.
Hükümetin, Libya’nın geleceğine, kaynaklarına ve iktidarına Libya halkının karar vermesinden yana açık tavır koyması son derece önemlidir. Tunus ve Mısır’ın ardından Libya’da da Türkiye’nin halk gücüne, halkın taleplerine ve tercihlerine vurgu yapan siyaseti zamanın ruhunu yansıtıyor. Üstelik zamanın ruhu bana kalırsa Paris’ten çok Ankara’da doğru okunuyor ve doğru anlatılıyor. Ortadoğu’da halk iradesi egemenliği fikri Türkiye’nin bölgesel dış politikasının artık ana unsurlarından.
Çünkü tarih nihayet Ortadoğu’da da temsili hükümetlerden, özgürlüklerden, demokrasiden yana akmaya başladı. Bunun çok düzenli, yumuşak ve iniş-çıkışsız olacağı beklenmemeli. Libya’da yaşanan kaos tam da böyle bir şey. Kaos ortamlarında Sarkozy gibi fırsatçılar da çıkacaktır elbette, ama halkların kararlılıklarının yanında ‘magazinlerin ve gafların cumhurbaşkanı’nın ciddiye alınır bir yanı yoktur.
Arap Ortadoğu’sunun halkları modern dönemde ilk defa kendi başlarına bir aktör olduklarını gördüler. Hep ‘dışardan belirlenen’ bir Ortadoğu tablosu değişmeye başladı halk gücü ulusal despotları devirdikçe. Tarih yapan, kaderine hakim olan bir halk algısı ilk kez gelişti Arap sokaklarında. Bu, özgüven, rahatlama ve özgürlük demek; önünde durmak da, manipüle etmek de çok zor.
Ama Kaddafi direndi buna; silahını, tankını, savaş uçaklarını kullandı. Sonunda halkın gücüne Kaddafi de boyun eğecek. Üstelik Kaddafi’nin ‘gidiş biçimi’ dünyanın geri kalan tüm diktatörlerine ve diktatörlük heveslilerine de net bir mesaj verecek: Keyfinizce zulmetme hakkınız yok, siz diktatörlerin bile.
Sonuçta bir diktatörü azalmış bir dünya daha güzel bir dünyadır.
Zaman, 22.03.2011