Muhalefet işsizlik rakamlarını hükümete karşı elindeki en kuvvetli koz sanmaya devam ediyor. Dün işsizlik rakamları açıklandı ya; yine aynı eleştiri furyası tekrarlandı. Hükümet Anayasa değişikliği ile uğraşacağına işsizliğe çare bulmalıymış…
Gerçi işsizlik oranı geçen yılın aynı ayına göre yüzde 1’lik bir düşüş kaydetmiş ama hâlâ yüzde 14’lerde seyrettiğini düşünürsek ciddi bir işsizlik sorunuyla karşı karşıya olduğumuz inkâr edilemez. Ayrıca genç nüfusta bu oranın daha da yukarı çıktığını; yaklaşık çalışma yaşındaki dört gençten birinin işsiz olduğunu hesaba katarsak durum gerçekten parlak değil.
Peki ama bu hükümetin suçu mu?
Daha da ötesi sadece Türkiye’nin sorunu mu?
Daha da ötesi çaresi olan bir sorun mu?
Bu soruların hiçbirine evet demek mümkün değil.
Evet, bir bütün olarak bakarsak, dünya üzerinde gerçekleştirilen toplam üretim büyüyor, yani ekonominin hacmi büyüyor ama iş aynı oranda artmıyor.
Yani dünyada iş kıtlığı var ve bunun “suçlusu” da üretim teknolojilerindeki baş döndürücü değişim! Üretim teknolojilerindeki değişimin sonucu olarak ortaya çıkan “bilgi yoğun” üretim tarzında artık daha az insan emeğine ihtiyaç duyuluyor. Bu da üretimin büyümesine rağmen istihdamın sabit kalmasına ve hatta azalmasına yol açıyor. Eskiden yüzlerce kişinin yaptığı işin birkaç kişiyle gerçekleştirilmesine olanak tanıyan yüksek teknoloji bir anlamda “İşsizlik Çağı”nın da müsebbibi oluyor.
Elbette ki, bu dönüşümün ilk kurbanları da bilgi çağının yeni üretim tekniklerine uyum sağlama imkânı olmayan düşük vasıflı işçiler… Bugünün emek piyasası, şimdiye kadar hiç olmadığı kadar kesin bir biçimde ikiye ayrılmış durumda: Bilgi çağına ayak uydurabilenler ve tökezleyenler… Bilgi çağının “ümmi”leri çaresiz bir biçimde üretimin dışına itilirken çağın üretim teknolojilerine ayak uydurabilen küçük bir grubun verimliliği olağanüstü artıyor. Ve bu eşitsizlik, geçmişte yaşadığımız bütün eşitsizliklerden; toprak sahipliğine, sermaye sahipliğine dayanan eşitsizliklerden de ırk ve cins temelinde yükselen eşitsizliklerden de daha zor aşılacak gibi görünüyor.
Peki neler olabilir?
Dünya nüfusunun küçük bir kısmı mal ve hizmetlerin daha büyük bir bölümünü üretirken geniş kesim büyük ölçüde üretim dışı -işsiz- kalırsa dünyayı nasıl bir gelecek bekler?
Bu konuda iki senaryo düşünülebilir.
Birincisi yeni bir barbarlık çağı senaryosudur. Üretim dışına itilmiş, yani üretemeyen ve dolayısıyla tüketemeyen büyük çoğunluğun üretici mutlu azınlıkları kuşattığı ve belki de barbarca saldırdığı bir felaket senaryosu…
İkincisi ise verimliliği olağanüstü artan nitelikli emeğin yarattığı üretim patlamasından yoksulların payına düşen miktarın da reel olarak yükseldiği; yani gelirler arası uçurum büyüse de mutlak yoksulluğun azaldığı bir dünyaya doğru gidebiliriz. Yeni teknolojiler üretim maliyetini düşürerek, ürünün piyasa fiyatını aşağı çekiyor. Her geçen gün daha düşük gelir gruplarının bu ürünlere ulaşmasını mümkün kılıyor. Bu sürecin her geçen gün daha da hızlanacağını; bir zamanların ütopyalarında geçen “bolluk toplumu”na varmanın hiç de hayal olmadığını görmek için fütürist olmaya gerek yok.
Peki bu şartlarda, küçük üretici azınlık, üretim teknolojilerinin sağladığı mucizevi imkanlarla bütün insanlığa yetecek kadar üretebildiği koşullarda bu üretimin meyvelerini işsizlerle paylaşmaya neden razı olmasın ki? Ve insanlığın ortak aklı bu yeni düzenin mekanizmalarını, örgütlenmelerini neden yaratamasın ki…
İşte bu iyimser senaryoda belki giderek artan sayıda insan bugün anladığımız anlamda işsiz olacaktır ama üretici bir hayat yaşamasına engel olmayacaktır. Milyonlarca -eski deyimle işsiz- insanın milyonlarca tür gönüllü çalışma için seferber olduğu; gönüllü üretmenin tatminiyle kendisini çok daha mutlu hissettiği; üretim çarkında anlamsız bir vida olmak yerine kendini çok daha iyi gerçekleştirebildiği bir uğraş sahibi olduğu bir dünyayı neden hayal etmeyelim?
Demek istiyorum ki, bugün insanlığın önünde, işsizlik sorununu eski paradigmanın reçeteleriyle çözmeye çalışmak yerine, yeni paradigmayı kavramak ve ona uygun yeni çözümler üretmeye çalışmak; bu arada eski paradigmanın bütün kavramlarını -başta çalışmanın anlamı olmak üzere- yeniden gözden geçirmek gibi zor bir iş var.
Ama bunun için öncelikle işsizlik dediğimiz bu yapısal soruna bugünkü sığ bakışımızı terk etmemiz gerekiyor.
Bugün, 16.04.2010