İnsanların eşit olduğu, olması gerektiği, zamanımızın en popüler, her fırsatta dile getirilen, tartışmasız doğru kabul edilen fikirlerinden biri. Ancak, bu, eşitlik konusunda tüm felsefî, ideolojik, siyasî bakışların özdeşleşecek derecede birbirine benzediği anlamına gelmiyor.
Gerçekten, ayrıntılarına girince ortaya çıkıyor ki, kavram olarak eşitlik birbirinden çok farklı, bir diğerini bütünleme imkânı olmayan, hatta birbirini reddeden anlayış ve tavırlara işaret edebiliyor. Kısaca söylemek gerekirse, liberaller ahlâkî ve hukukî, sol gelenekler malî ve maddî eşitliğe daha fazla değer atfediyor. Faşizm, klâsik muhafazakârlık, şovenist milliyetçilik eşitlik fikrine pek sempati duymuyor. Teşkilâtlı, yerleşik, siyasallaşmış dinsel yaklaşımların eşitlik karşısındaki tavrı da ilginç. Bu tür dinî yaklaşımlar sosyal merdivende kendi inananlarını daha yukarı, başka dinlerin inananlarını veya inanmayanları daha aşağı yerlere yerleştirmeye meyilli. Devamlı eşitlik vurgusu yapmalarına rağmen, tarihî tecrübenin gösterdiği üzere, kimi dinî yorumlar kendi inananları arasında da eşitsiz statüler yaratabiliyor, en azından, bunun olmasına yol açan faktörleri zapt etmede iddia edildiği kadar istekli ve başarılı olmayabiliyor.
Dünyaya eşitlik açısından bakanlara, çok az dikkat çeken ama bazen çok önem taşıyan bir gerçekten bahsedeyim. İnsanlar arasında, olağan şartlar altında, çok önemli iki varlık açısından kuvvetli bir eşitlik eğilimi var: Bedensel yeteneklerde ve zamana sahiplikte eşitlik. Her insan, dünyaya gelişinde, normal şartlar altında, fonksiyonlarını tam olarak ifa edebilecek bir bedene sahip olma ve yeryüzünde diğer insanlar kadar uzun yaşama şansına sahip. Elbette bu tam bir eşitlik olmaktan uzak. Ve de farklı nesiller arasındaki bir durumdan çok, aynı nesil içindeki denge eğilimine işaret ediyor. Bedensel bütünlük çok önemli, zira, tıptaki ilerlemelere rağmen doğuştan gelen bedensel engelleri tam olarak gidermek her zaman mümkün olmuyor. Zaman ise satın alınamıyor ve ikame edilemiyor. Ama refah seviyesi yükseldikçe zaman sahipliğinde eşitlik ihtimali kuvvetleniyor. Sözgelimi, zengin ülkeler açısından bakarsak, zengin de fakir de 70-80 yıl yaşayabiliyor. Zengin, daha “kaliteli” bir hayat yaşasa veya öyle yaşadığına inanılsa da, ömrünü mutlak anlamda kendinden fakirlerden daha uzun tutma imkânına sahip değil.
İSİMLERİMİZ HAYATIMIZI ŞEKİLLENDİRİYOR
Ekonomik hayatın “insan eseri olma fakat insanın dizaynıyla doğmuş olmama” özelliğini kavrama kabiliyetinden mahrum sağcı ve solcu kolektivistler, ekonomik eşitsizliği zamanımızın hem en ağır hem de kesinlikle ve ebediyen çözülmesi mümkün bir problemi olarak sunmayı sever. Bu yazıda bu ideali, hayata aktarılması için başvurulan araçlarla bunların niteliklerini, bu amaca matuf teşebbüslerin tarihini ve sonuçlarını tartışmayacağım. Onun yerine, daha az dikkat çeken, fakat insanı diğer insanlara nazaran dezavantajlı duruma düşüren bir başka olguya dikkat çekeceğim: İsimlerimizden kaynaklanan eşitsizlik.
Belki de çoğu okuyucunun aklına hiç gelmemiştir ama, her zaman iyiliğimizi isteyen anne babalarımız, bizi, koydukları isimler ve benimsedikleri veya sorgulamadan takip ettikleri soy isimlerle, eşitsiz bir konuma düşürmüş olabilirler. Yıllar evvel bir dergide bu konuyu ele alan bir yazı okumuştum. Deniyordu ki, isim veya soy isimleri alfabenin sonlarındaki harflerle başlayan insanlar, hayatları boyunca çeşitli şekillerde bundan zarar görebiliyorlar. Meselâ, adı veya soyadı u,ü,v,y,z gibi harflerle başlayanlar işe giriş mülakatlarında sonlara kalma, sınıfta notları en son açıklananlar arasında olma durumunda kalıyor. İş mülakatlarında bu bilhassa kötü sonuçlara yol açabiliyor. Size sıra gelene kadar aranan kişi bulunmuş olabiliyor, mülakatçılar bıkkınlık ve yorgunluk yüzünden sizi başlarından savabiliyor veya yeteneklerinizi gözden kaçırabiliyor. Fakat, bundan kötüsü de var: Anne-babaların çocuklarına komik, çirkin, rahatsız edici, utandırıcı isimler takmaları. Aynı dergide daha yakınlarda okuduğum bir yazı bu konuyu ele almaktaydı. ABD’de ve başka bazı ülkelerde kimi aileler çocuklarına “x”, “beta”, “lucifer” (şeytan), “x2”, “kont” gibi isimler veriyormuş. Bizde de, bazen “satılmış”, “hıncal”, “intikam”, “ümüş”, “öcal” gibi “tuhaf” isimlerin çocuklara yamandığını biliyoruz. Bu tür isimler hayatları boyu insanların peşini bırakmıyor, onları komik veya zor durumlara düşürüyor. Bu, hepimizi, özellikle de liberalleri, çocukların anne baba tarafından isim verme bakımından bir mülkiyet nesnesi gibi görülmesinin doğru olup olmadığını sorgulamaya itiyor. Bizdeki bir diğer problem de, “Atatürk” adını veya soyadını almanın kanunla yasaklanmış olması. İlgili kanun bu kelimeyi bir özel mülkiyet hâline getirip tek kişiye hasrediyor. Bu, çağdaş dünyada örneği olmayan bir durum. Peygamberlerin bile isimlerinde özel mülkiyet hakkı yok.
Bu konuyu ele almışken, soyadı alma mecburiyetinin yarattığı kolektivizme temas etmeden sözü bağlamak olmaz. Soy adı bize Batı’dan aktarılan bir tercih. Mutlaka bazı faydaları vardır; ama zararları da olabilir. Birbirlerini hiç tanımayan kişiler, aynı sülaleden gelmelerinin öne çıkarılmasıyla, aynı soy ismini kullanıyor. İsteyen böyle yapsın, ama, yapmak istemeyenler varsa ne olacak? Geniş sülalesini değil dar ailesini öne çıkarmak isteyenler ne yapacak? Bunun yapılmasına imkân veren toplumlar var. Meselâ Araplarda ve İspanyollarda kişiler çocuklarıyla veya anne-babalarıyla bağlantılı isimlerle anılıyor. Galiba bu daha insanî, daha anlamlı. Türkiye’de gitgide artan gibi görünen bir eğilim de, çocuklara coğrafya (Paris, İstanbul) isimlerinin verilmesi veya fantezi isimlere yönelinmesi. Acaba hangisi daha iyi, çocuklara geleneği ve tarihi olan isimler vermek mi yoksa fantezi isimler seçmek mi? Sanmam ki bu sorunun herkes için doğru ve herkesi bağlaması gereken bir cevabı olsun. Ama, utandırıcı, tuhaf isimleri çocukların kimliğine yapıştırmaktan kaçınmanın anne-babanın görevi olduğuna kaniyim. Buna dikkat etmezsek ebeveyn olarak çocuklarımızı kendi ellerimizle toplumsal hayatta eşitsiz bir konuma düşürebiliriz. Son olarak internet çağında (Türkçe karakterler veya İngilizcede olmayan karakterler taşıyan) bazı isimlerin dezavantajlı durumlara düşebildiğini hatırlatayım. Malum, artık e-mail adresleri ve web siteleri geleneksel haberleşme ve bilgilenme ortamlarının yerini geri dönülemez şekilde alıyor.
Galiba anne-baba olmanın sorumluluğu gitgide ağırlaşıyor!
Zaman, 22.06.2012