İNSAN hakları, insanın sadece insan olmak bakımından sahip olduğu haklardır. Devletten öncedir, onun üstündedir ve onun yapabileceklerinin sınırını belirler. Günümüzde bir devletin ve onun siyasi rejiminin meşruluğunu belirleyen başlıca kriter, onun insan haklarına ilişkin tutumudur.
Gerilimli bir ilişkidir bu. Modern anayasalar, devlete insan haklarını koruma ödevi yükler, hatta devletin meşruluğunu onun insan haklarına uyması şartına bağlar, ama aynı zamanda insan haklarına yönelik en büyük ihlaller de devletlerden gelir.
Bu yüzden de, kontrolsüz kaldığında olağanüstü yıkıcı olabilecek olan nükleer enerjinin çok sıkı korunan, her an gözetim altında tutulan bir santralde kontrol altında tutulmasına benzer biçimde, devletin de yıkıcı hale gelmemesi için ciddi bir gözetim altında tutulması, onun gücünün her an denetlenmesi, bu amaçla çok sayıda kontrol, fren ve denge mekanizmasının oluşturulması gerekir.
Hukuk devleti, kontrolsüz kaldığında olağanüstü bir yıkım doğurabileceği tecrübeyle sabit olan bu enerjinin kontrol altında tutulmasını ve iyi bir amaç doğrultusunda kullanılmasını sağlar. Devleti hukuka bağlamak, onun bütün işlemlerinin hukuka uygun olmasını sağlamak, insan haklarının içinde var olabileceği bilinen en ideal sosyo-politik ve hukuki çerçevenin de tesisini ifade eder.
TEORİK BİR TEMEL OLUŞTURMAK
Doğal hukuk ve sözleşme teorilerinin söylediği şudur: İnsan yaratılışı veya doğası gereği hak sahibi bir varlıktır. Bir toplum olarak yaşamaya başladığında da bu haklara sahip olmayı sürdürür. Toplum halinde yaşamanın ortaya çıkardığı sorunları çözmek için devletler kurulur. Devletin ortaya çıkması hakları ortadan kaldırmaz, tersine, devlet bu hakları korumakla ödevlidir (Birçok sözleşme teorisi arasında Locke’çu olanı, günümüz insan haklarına dayalı liberal araçsal devlet anlayışına en uygun olandır). Hatta devleti diğer herhangi bir organizasyondan ayıran en temel fark da budur.
Bütün hakları kullanmanın zemini olan yaşama hakkı açısından bir değerlendirme yapıldığında, ABD’nin Irak’ta gerçekleştirdiği ihlallerin Saddam Hüseyin’in diktatörlüğü dönemindeki ihlal düzeyinden aşağıda olmadığı açıktır. Guantanamo’da insanların kaçırılıp, hapsedilip yargılanmasının, uluslararası hukuk açısından bir temelinin olmadığı, başka bir devlet veya örgütün aynısını yapması durumunda bunun müdahale gerekçesi olacağı da.
İKİ TARAFI KESKİN KILIÇ
İnsan haklarının Batılı büyük devletlerin elinde, kendi belirledikleri uluslararası düzenin işleyişine aykırı tutum alan devletlere karşı bir müdahale aracı olarak kullanıldığı doğrudur. İnsan haklarını koruma amaçlı örgütlerin raporlarını araçsal bir kullanıma konu eden ve askeri müdahale dahil her türlü yaptırımı uygulayan büyük devletler, aynı uluslararası “arena”da, şikayet ettikleri ihlallerin fazlasını kendileri yaparlar. Bütün hakları kullanmanın zemini olan yaşama hakkı açısından bir değerlendirme yapıldığında, ABD’nin Irak’ta gerçekleştirdiği ihlallerin Saddam Hüseyin’in diktatörlüğü dönemindeki ihlal düzeyinden aşağıda olmadığı açıktır. Guantanamo’da insanların kaçırılıp, hapsedilip yargılanmasının, uluslararası hukuk açısından bir temelinin olmadığı, başka bir devlet veya örgütün aynısını yapması durumunda bunun müdahale gerekçesi olacağı da.
Ancak insan hakları aynı zamanda iki tarafı keskin kılıçtır. ABD’nin yukarıda ifade edilen ihlallerini mahkum etmek istediğimizde müracaat edeceğimiz en güçlü ahlâki ve hukuki dayanak da yine insan haklarıdır. Uluslararası Ceza Mahkemesi gibi aşağıdan yukarıya ve sivil toplum odaklı mekanizmalar, gelecekte devletleri de insan haklarına itaate zorlamanın araçları hakkında bir fikir verebilir. Bugün Birleşmiş Milletler adını taşıyan devletlerarası örgütteki düzenin başka devletlerin bunu yapmasına izin vermediği doğrudur.
Ancak global bir insan hakları kamuoyunun gittikçe geliştiği bir dünyada insan hakları çok daha keskin bir kılıç haline gelebilir. Doğal hukuk devletlerden çok daha eskidir ve yarının dünyasında büyük devletlerin ihlallerinin yaptırıma tabi tutulması söz konusu olduğunda başvuracağımız değer de yine kaynağını ondan alan insan hakları olacaktır.
İNSAN HAKLARININ AHLÂKI ÜSTÜNLÜĞÜ ÇAĞINDA DEVLET VE HAK İHLALLERİ
İnsan haklarının ahlâki üstünlüğünün artık itiraz edilemez biçimde kabul edildiği bir çağdayız. İnsan hakları artık hiçbir devletin “iç işleri” sayılmıyor; hiçbir devlet kendi egemenlik hakkına dayanarak vatandaşlarına dilediği biçimde davranabileceğini iddia edemiyor. Bu durum, insan haklarının bir ideal ve söylem olarak yükselen gücünü ve ulus devletlerin sınırlarını tanımayan evrensel bir değer olmaya başladığını gösteriyor. Kuşkusuz bu durum insan haklarının devletler tarafından artık ihlal edilmediği anlamına gelmiyor. İnsan haklarına en büyük tehdit, zor kullanma tekeline sahip en büyük örgütlü güç olan devletlerden gelmeye devam ediyor. Ama artık devletler, insan hakları doktrininin ulusal egemenliği tahtından indirdiği bir dönemde, artık bu konunun “iç işleri” olduğu şeklindeki bir savunma yerine, insan hakları ihlallerinde bulunduklarını inkâr veya ret etmeyi tercih ediyorlar; veya aslında yaşananların insan hakları ihlalleri olmadığını, “teröristlerle, ayrılıkçı güçlerle, fundamentalizmle vs. mücadele” olduğunu ileri sürüyorlar. Bu konuda ihlalci devletlerin argümanları ise şaşırtıcı ölçüde birbirine benziyor. Örneğin, ülkesinde Doğu Türkistanlılara ve Tibetlilere karşı yıllardır şiddet, katliam ve asimilasyon politikası uygulayan, tüm ülkedeki demokratik talepleri zor kullanarak bastıran, Hıristiyan misyonerlerine baskı yapan, son yıllarda yaygınlaşan Falun Gong Tarikatı’nı yasaklayan ve diğer birçok kesime karşı çeşitli biçimlerde hak ihlallerinde bulunan Çin Halk Cumhuriyeti’nin, uygulamalarını nasıl “izah ettiğine” bir bakalım.
Uluslararası Af Örgütü’nün 1998 yılı raporlarına göre Çin, Sincan Uygur Özerk Bölgesi’ndeki politikasını savunurken, cezalandırdıklarının “aşırı dinci”, “terörist” ve “ayrılıkçı” olduklarını, Tibet Özerk Bölgesi’ndekilerin “ulusal güvenliği tehdit ettiklerini” ve “ülkeyi bölmek istediklerini”, hapsedilen Moğol entelektüellerin “karşı-devrimci” olduklarını ve tutuklanan işçi hakları savunucularının ise “hükümeti devirmeyi planladıklarını” ileri sürüyor (Bkz. Amnesty International 1998: 130-2).
İnsan haklarının evrensel bir değer olarak yaygınlaşması ve bu alanda “global cemaatler”in ve örgütlerin ortaya çıkması, bugün için sınırlı etki gücüne sahip olsa da, gelecekte devletleri ihlalden caydırma konusunda çok daha etkili olacak gibi görünüyor. Örneğin Amerika ve İngiltere tarafından Irak’ın işgal edilmesini önlemek için İngiltere’de ilki 400.000; ikincisi ise 2.000.000 kişinin katıldığı iki büyük gösteri gerçekleştirilmiş, yoğun bir savaş karşıtı kampanya yürütülmüştü. Bütün bu çabalar savaşı engellemeye yetmedi; ancak gelecekte böyle olmayabilir. Çünkü en azından, tepkinin büyüklüğüne rağmen savaşı tercih eden liderin siyasi kariyerinin sona erme ihtimali, sonraki dönemin politikacıları için çoğu kez yeterli bir uyarı sinyalidir.