Hareket halindeyken ilerlediğinizi anlayabilmek için sabit bir şeyin varlığına ihtiyaç duyarsınız. O sabit şeye göre hangi yöne; geriye mi ileriye mi gittiğinizi anlayabilirsiniz. (Bazen tersi de olur. Siz dururken, sabit zannettiğiniz şey geri geri hareket ederse, siz durduğunuz halde ilerlediğiniz zehabına da kapılabilirsiniz. Ama bunun şimdilik konumuzla bir ilgisi yok!)
AB standartlarının bizim demokrasimiz için böyle bir “sabit nokta” etkisi oldu şimdiye kadar. Birçok insan, o noktaya bakarak ilerleyip ilerlemediğimizi ya da ne yönde hareket ettiğimizi ölçtü. AB’nin ilerleme raporlarını böyle değerlendirdi.
Burnu büyüklük gibi olmasın ama benim kendi payıma demokrasimizin ne yönde ne kadar mesafe kaydettiğini anlamak için Avrupalı uzmanların değerlendirmelerine ihtiyacım olmadı pek. Kendi doğrularım, ilkelerim, demokrasi anlayışımla oluşturduğum kendi sabit noktam hep vardı.
Türkiyeli demokrat-özgürlükçü aydınların on yıllardır iktidarlara yönelik olarak kaleme aldıkları “iyi bir demokrasi için yapılması gerekenler” listelerini şöyle bir karıştırsanız, AB’nin ilerleme raporlarından çok daha acımasız eleştiriler; çok daha kapsamlı öneriler (adeta yakarışlar) bulursunuz.
Buna rağmen AB üyeliğini önemsedim ve gönülden destekledim. Onun sayesinde doğru istikameti bulacağımız için değil ama gösterdiği istikamette ilerlememizi sağlayacak bir itici güç olduğu için… Özellikle AK Parti döneminde, Batı nezdinde meşruiyet kazanmaya çok önem veren iktidarın bizden çok AB’nin sözünü dinleyeceğini düşündüğüm için…
Eleştirel bakışı koruduğumuz sürece
Ne var ki, en çok önemsediğim zamanlarda bile, bu oluşumla ilgili eleştirel bakışımı korumaya, ihtiyatlı yaklaşmaya devam ettim. Avrupa Birliği metinlerine yansıyan o mahcup jakoben,“solumsu”, sosyal devletçi, korumacı, sendikalist, oldukça bürokrat, “şiddet” konusunda kaypak üslupla başım hoş olmadı. Özellikle Türkiye’deki başörtüsü tartışmalarında “jakoben laik” geçmişinin etkisiyle takındığı ikircikli tavır, yıllar yılı PKK’nın terör eylemlerine karşı kararlı bir karşı tavır alamaması, tam tersine hayırhah bir tutum benimsemesi, zaman zaman ortaya çıkan İslamofobik refleksler, çok kültürlü toplum inşası konusunda ortaya çıkan zaaflar, “ilerlemeci”paradigmadan tam kopamayışı benim için hep eleştiri noktaları oldu.
Bugün buna, Gezi olayları konusundaki naif değerlendirmeleri de ekleyebilirsiniz. Raporun Gezi olaylarını öneminin çok üstünde değerlendirmesi, Gezi’nin “haşarı çocuklarına” açık bir sempati sergilemesi, bu gruplarla arasındaki ideolojik akrabalığın belirtisi değilse nedir?
“Dışarıdan nasıl görünüyoruz” merakı
Her neyse, kusursuz olması da gerekmiyor. Genel olarak demokrasi yönünde ilerlememizde itici bir güç olarak rol oynasın razıyız… Kronik zaaflarını bildiğimiz ve raporlarını eleştirel bir gözle değerlendirebildiğimiz sürece, yakın olmaktan, mümkünse içinde yer almaktan zarar değil yarar görürüz.
Ama yeter ki, bu ilerleme raporlarını Batı medeniyetinin ülkemiz hakkında verdiği fetvalarmış gibi ele almayalım. Ülkemizi o raporlar üzerinden anlamaya çalışıp iç politikadaki kavgalarımızı o raporlar üzerinden yürütmeyelim.
Kendi ülkemizin halini başkalarının yazdığı raporları temel alarak tartışmak çok ama çok aşağılayıcı…
Eğer kendi gerçeğimizi ancak o raporlardan öğrenebileceğimizi sanıyorsak bu zaten vahim bir durum. Eğer bu raporlara “dışarıdan nasıl görünüyoruz” merakıyla bu kadar önem veriyorsak bu daha da vahim…
Özgüveni oturmamış yeni yetmeler gibi davranmayı bir yana bırakmanın zamanı geldi de geçiyor bile…
Bu yazı Bugün Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.