(1)
“Andolsun, biz Süleyman’ı imtihan ettik. Tahtının üstüne bir ceset bıraktık. Sonra tövbe edip bize yöneldi.” (Sad; 34)
Sad suresinin 34. ayetinde Hz. Süleyman’a dair bir kıssaya işte bu ifadelerle başlanır. Bu ayet belki de Kuran’da geçen ve Hurûf-u Mukattaa ayetleri dışında en sırlı ayetlerden biridir veya belki de benim merakımı en çok cezbeden ayetlerden biridir. Çünkü bu ayette anlatılanın ne olduğu daha doğrusu olayların içyüzü hâlâ aydınlatılabilmiş değildir.
Bilindiği üzere Hz. Süleyman, insanoğlunun görmediği ve göremeyeceği bir krallık ve hükümdarlıkla müjdelenmiş, cinlere, kuşlara, yerde ve gökte pek çok canlıya hükmedip onları anlamış ve onlarla konuşup onlara hükmetmiştir. İşte bu güçlü kralın gücü bir dönem sekteye uğramış, azalmış ve iktidarı sarsılmıştır. Bu kıssada anlatılan da özü itibariyle budur.
Kral Süleyman’ın iktidarının nasıl azaldığı-etkisizleştiği üzerine pek çok şey yazılmış çizilmiştir. Kutsal kitaplarda da bu konu farklı şekillerde ele alınmıştır. Kur’an tefsircilerinden Fahreddin Razi ise konuya ilişkin güçlü görüşleri toplamış, rivayetleri nakletmiştir. Konuya ilişkin oldukça verimli bir diğer çalışma ise Klar tarafından Londra Üniversitesi’nde yapılmış ve Ateş tarafından dilimize kazandırılmıştır.*
Kıssayı ele alan farklı farklı pek çok görüş olsa da öne çıkan temel husus, Süleyman’ın bir hata yaptığı ve bu nedenle iktidarının zayıflatıldığı ve inzivaya çekilmek üzere 40 gün sarayını terk ettiği, bu sırada yerine veziri Sahr adlı cinin geçtiği ve 40 gün sonra Süleyman’ın geri dönerek krallığına geçtiğidir. Bazı rivayetlerde Süleyman’ın bu sırada yüzüğü gevşemiş, bazı rivayetlerde yüzük Sahr’a geçmiş, bazı rivayetlerde ise Süleyman bir balığı temizlerken yüzüğü bulmuştur.
Yahudi kaynaklarında ise olay çok daha başka ele alınsa da özü aynıdır: Kral Süleyman hata yapmıştır ve sonunda iktidarını, bilgeliğini, gücünü, otoritesini kaybetmiştir.
40 günlük inzivanın neticesindeyse Süleyman, affedilmiş ve iktidarına kavuşmuştur:
“Bunun üzerine biz de rüzgârı onun hizmetine verdik. Rüzgâr onun emriyle istediği yere tatlı tatlı eserdi.” (Sad; 36)
Bu kıssa bize göstermektedir ki iktidardayken; Peygamber dahi olsanız hataya meyledebilir, gücün verdiği rehavete kapılabilirsiniz. İşte bu nedenle güç istenci insan doğasının en doğal unsurlarından olsa dahi onu sınırlandırmak ve dizginlemek bir tercihin ötesinde bir zorunluluk olmalıdır.
Öte yandan rivayetlerden birinde geçen vezir cin ile Süleyman arasındaki iktidar kavgası da bu kıssadan almamız gereken derslerden bir diğeridir. İktidarınızın gücü ne kadar artarsa iktidar kavgalarının o kadar içindesiniz demektir, yüzüğünüz olsa dahi…
***
(2)
“eğer Salome ağlarsa
affetme tutkusuyla
o özgür olacak
fakat ağır tacında
yakut ve kan
birbirine karışacak”
Lizeta Kalimeri’nin Salomi adlı şarkısını dinlerken yaylarından hüzün akan ve kelimelere derinlik katan tarihî olay aklıma geldi ve Fabriel’in çizdiği resmi bir süre izledim… **
Rivayet odur ki, Kral Herod doğum günü kutlamasında kızı Salomi’nin dans etmesini ister. Salomi öyle bir dans eder ki gören herkes bu dansın etkisinden çıkamaz. Kral Herod da bu danstan çok etkilenmiştir ve kızına “dile benden ne dilersen” deyivermiştir. Salomi de kral babasından Vaftizci Yahya’nın başının bir tepsi içerisinde kendisine sunulmasını istemiştir. Bazı kaynaklarda, bir yasak aşka engel olduğu için Salomi’nin annesinin kızına Vaftizci Yahya’nın başını istettiği yazılıdır. Oscar Wilde’ın Salome adlı oyununda ise bu rivayet yerini Yahya’ya aşık Salome’nin intikamına bırakır.
Rivayetler farklı olsa da ortaya çıkan tablo aynıdır: Arzuların dizginlenemediği bir iktidarın en büyük eseri zulüm olacaktır. Bu zulmün acısı, yüzyıllar geçse de şarkılarla, resimlerle, oyunlarla anılacak, unutulmayacaktır.
***
(3)
Şakya Kralı’nın oğlu Prens Siddhartha hayatının bir evresinde 4 kavram üzerine düşünmüştü: Hastalık, yaşlılık, ölüm ve arzu. Bu dört kavram ve dört kavramın kendisinde hissettirdiği duygular onu bir arayışa itti. Siddhartha, sarayı terk etti ve 29 yaşında bir dilenci olarak yollara düştü. Zihnini disipline etmişti, günde bir meyve yiyerek bedenini de disipline etmişti ancak halen istediği aydınlanmayı yakalayamamıştı.
6 yıl boyunca seyahat eden ve aydınlanmanın, arzulardan vazgeçişin yollarını arayan Siddhartha sonunda “arzulardan vazgeçmenin de bir arzu” olduğunu ve bundan da vazgeçmek gerektiğini Kutsal Gece’de fark etti.
Siddhartha veya bilinen adıyla Buda aydınlanmasını “orta yolu” seçmekle bulmuştu. Yeri gelmişken, Siddharta’nın hayatına dair Hesse’nin yazdığı eseri de öğretilerine başlarken okumanızı tavsiye ederim.
Buda’nın felsefesinde üzerinde durduğu ve beni de etkileyen düşüncelerin temelindeki “vasatlık” aslında İslamiyet’te de övülmüştür. Nitekim Bakara Suresi’nin 143. ayeti şu şekildedir:
“Ve böylece, sizi vasat bir toplum yaptık ki insanlara karşı gerçeğin tanıkları olasınız; elçi de sizin üzerinizde tanık olsun” (Bakara; 143)
Oysa biliyoruz ki toplumumuzda herhangi bir iktidar mefhumu, vasatlıktan uzak, daha aşırı ve daha gösterişlidir. Siyaset bilimi kitaplarında “vasat lider” kavramını göremezsiniz ancak karizmatik liderlerin örneği bolca mevcuttur. Gerçekten de hayatın her aşamasında ve pek çok mecrasında orta ve dengeli bir kişinin, çoğunlukla sürekliliği, bilgeliği, uzun vadeli gerçekçi ve faydalı stratejileri simgeliyor olmasına rağmen tercih edilecek konu ve konumlarda tercih edildiği görülmez. Daha ziyade mucizeler yaratacağına inanılan, aşırılıklar ve olağanüstülüklerle gündeme gelmeyi isteyen veya bu şekilde manipülasyonları sırtlayabilen kişiler tercih edilir. Sonuç ise genelde aynıdır. Belki de vasatlığı ve ortada durabilmeyi, ifrattan ve tefritten kaçınabilmeyi daha çok övmek gerekir!
***
(4)
Fakültede okurken çok sevdiğim ve kendisiyle İran müzikleri eşliğinde sıkça muhabbet ettiğimiz, istişarelerde bulunduğumuz bir abim bana bir kitap ve bir metin önerip bir de hikaye anlatmıştı.
Kitap Mustafa Kutlu’nun Ya Tahammül Ya Sefer adlı eseriydi. Metin yine Mustafa Kutlu’nun Yoksulluk İçimizde adlı eserinde geçen “Bir Ahlâk Dersi” adlı metin idi.
Anlattığı hikâye ise şöyleydi:
Bir zamanlar üniversitede okurken yediği içtiği ayrı gitmeyen 3 arkadaş varmış. Bu üç arkadaş aynı zamanda “Türkiye ağır yüktür” deyip bu yükü yüklenmek isterler ve bu uğurda çalışmalarda bulunurlarmış. Gün gelmiş, üniversite bitmiş, ayrılık vakti çatmış. Ayrılırlarken demişler ki, “bir şifre belirleyelim aramızda, hangimiz diğerinin bulunduğu şehre giderse bu şifreyi söylesin. Bu şifre bize davamızı ve bu yıllarımızı anımsatsın ve bizi istikamette tutsun.” Şifreyi belirlemişler: ”O, benim.”
Yıllar geçmiş, biri bürokrat biri bir şirkette yönetici diğeri ise mütevazı bir hayat sahibi olmuş. Mütevazı hayat sahibi İstanbul’a gittiğinde üst düzey şirket yetkilisi olan arkadaşıyla görüşmek için yanına gitmiş ancak arkadaşı toplantıda olduğundan sekreter görüşemeyeceğini söylemiş. Bunun üzerine kahramanımız “acil olarak şu notu kendisine iletin, gitmem lazım o anlar diyerek küçük bir kağıda “O, benim.” şeklindeki aralarındaki şifreyi yazıp göndermiş. Sekreter notu götürmüş ve birkaç dakika sonra elinde başka bir küçük notla geri dönmüş. Notta şöyle yazmaktaymış:
“O, artık ben değilim.”
Geçtiğimiz günlerde Necip Mahfuz’un Dilenci adlı eserini okurken, bu hikâye gelmişti aklıma. Bu yazıyı yazdığım sırada, bu hikâyeyi anlatmışken bu eseri de anmalıyım dedim. Mahfuz, Dilenci’de başarılı ancak tükenmiş, bunalmış ve her şeyden vazgeçmekte olan bir avukatın hikâyesini anlatıyor ve gücün, zenginliğin, sınırları olmayan şehvetin insanda nelere yol açabileceğine dair kaliteli bir eser meydana getiriyor.
Bahsettiğim metin ise Mustafa Kutlu’nun İskenderi’nin Hikem-i Ataiyye’den etkilenerek yazdığı metindir. Metin şu cümleyle başlar:***
“Taleb şan değildir. Razı ol, şan da senin, nam da senin. Varlığını bilinmezlik toprağına göm. Gömülmeyen şey nabit olmaz.”
Bütün bu hikâyelerin bana anlattığı şey insanın arzularının, insanı dönüştüren en önemli etki olduğudur. Bu dönüşümün iyiliğe veya kötülüğe yönelişi ise hiç şüphesiz insanın elindedir. Bu yönelişi kontrol edebilmenin yegâne yolu ise sürecin ve dönüşümün “farkında” olmaktır.
***
(5)
İktidar kelime kökeni itibariyle, Nişanyan Sözlüğe göre “kudretli olma, gücü yeter olma” anlamına gelmektedir ve “kadir” sözcüğünden türemiştir. Kadir sözcüğü ise “ölçü, değer, güç, kudret, yeterlik” anlamlarını taşımaktadır.
İktidar kelimesi, akıllara ilk olarak siyasal iktidarı getirse de aslında pek çok türe sahip bir kavramdır. İnsanın bulunduğu her ilişkide kendine yer edinebilen “iktidar mefhumu” günümüzde tek bir odakta olmaması ile de farklılaşmıştır.
Tarih boyunca tanrıya ait olan iktidar zamanla tanrı adına yönetme yetkisi olan tek bir odaktan giderek dağılmış ve yaygınlaşmıştır. Günümüzde siyasal odaklar, ekonomik odaklar, etki alanı güçlü olan ve toplumsal hareketlenmeye neden olabilecek (kanaat önderleri, dinî gruplar, influencer’lar vb) “sosyolojik odaklar”, şiddet tekeline sahip olan silahlı odaklar ve belki de ayrı bir sınıf olarak dijital-teknolojik odaklar makro iktidarı aralarında paylaşmakta ve her biri kendi içinde ciddi iktidar kavgaları vermektedir. Bunun neticesi olarak da iktidar günümüzde çok daha kaygan bir zeminde yer almaktadır.
Diğer yandan kabul etmek gerekir ki halen daha en kuvvetli kelimenin manasına karşılık verebilen iktidar çeşidi, siyasal iktidardır. Siyasal iktidar, hukuk düzeni aracılığıyla, şiddet kullanma, gözetleme, ekonomiyi yönetme, tanımlanmamış olsa da eğitim kurumları, sosyal politikalar bakanlıkları, dev iletişim araçları sayesinde sosyal mühendislik yapıp toplumu yönetebilme gücünü haiz yapılardır. İlginç olan ise 21. yy’da demokratik toplumlarda dahi siyasal iktidar mutlak bir güç sahibidir ve insanoğlu bunu adeta kabullenmiş durumdadır.
Oysa kabul etmek gerekir ki, halklar bazı dönemlerde büyük şahsiyetler çıkarırlar bu şahsiyetler toplumlara büyük etkiler yaparak önemli şekiller verirler. Tarih boyunca bu böyle olmuştur. Ancak bu şahsiyetlerin çıkmasını beklemek veya bu şahsiyetlere umut bağlamak doğru olmaz. Hele günümüzde, büyük bir illüzyon ile abartılmış şahsiyetlerin tuzağına düşüp iktidarı teslim etmek yapılabilecek en büyük hatalardan biri olur. Diğer yandan, gücün dağıtılmadığı toplumlarda gücü ele alan ve şahsi menfaatleri doğrultusunda kullanıp liyakatsiz bir yönetim sergileyen muktedirler de görülebilir. Öyleyse her türlü iktidarı sınırlandırmalı, gücü yayarak bir grup veya kişinin tekeline vermeyecek bir sistemin arayışı içinde olunmalıdır.
İktidarı, dolayısıyla da gücü dağıtmanın yegâne yolu güçler ayrılığı prensibinden geçmektedir. Bu prensibin ise en önemli kısmı “bağımsız, tarafsız, adil bir yargı düzeni” kurabilmekten geçer. Bunu yaparken elbette jüristokrasiye kaçmadan ancak hukukun üstünlüğüne ve ayrıca hukuk devleti prensiplerine dayanarak bir düzen inşa edebilmek gerekir.
Türkiye özelinde bakıldığında, güçler ayrılığı prensibinin etkisizleşmesinin asıl nedeni sanıldığı gibi cumhurbaşkanlığı sistemi değil (katkısı olsa da) daha evvelinde var olan “antidemokratik siyasal partiler” sorunu ve siyaset-para ilişkisi (siyasetçilerin ve siyasi partilerin fonlanması) gelmektedir. Diğer yandan Türkiye’de parlementer sistemde dahi parlementerlerin münferit olarak fonksiyonları oldukça kısıtlı olduğundan olay yine partiler içerisindeki küçük bir zümrenin yönetimi noktasına evrilmektedir.
Diğer yandan Türkiye’deki bir diğer temel sistemsel sorun ise hukuk düzeninin siyasallaşması sorunudur. Yargıçların siyasetten kesin ve sert çizgilerle ayrışması gerekmekte, hukuk adamlarının entelektüel düzeyinden tutun da hukukî görgü ve bilgileri üst düzey seviyelerde olmalıdır. Ancak Türkiye kurulduğu dönemden bu yana hiçbir zaman bağımsız, tarafsız ve adil bir yargı düzeni kuramamıştır.
Bir diğer sorun ise ekonomi yönetimidir. Türkiye’de ekonomi yönetimi iktidarların çok fazla inisiyatif alabildikleri alanlardır. Oysa ekonomi yönetiminde temel belli kurallar olmalı ve kurallara uyulması gerekilmelidir. Bunun için anayasada “iktisadî anayasacılık” ekolünün yansımalarını taşıyan maddeleri tartışmak oldukça önemli olacaktır. Bu sistem, kitlelerin dahi isteği ile kolay kolay değiştirilemeyecek, iyi kurgulanmış bir sistem olarak ele alınmalıdır.
Bütün bu saydıklarımızın sonucunda görülmektedir ki iktidarı sınırlandırıcı en önemli araç adil bir hukuk düzeni inşa edebilmekten geçmektedir. Ancak günümüzde bu tek başına yeterli değildir çünkü iktidar, sanıldığının aksine çok daha kompleks ve karışık bir kavram haline gelmiştir.
Zannediyorum, çok da uzak olmayan bir tarihte, merkeziyetsiz para birimleri, merkeze ihtiyacı olmadan yaygınlaşacak mutabakat sistemleri geliştikçe “birey” daha da güçlenecek, teknoloji geliştikçe değer sistemi de değişecek ve ekonomik zenginlik tabana yayılmaya başlayacak dolayısıyla da iktidar kavramı da büyük bir değişime girecektir. Bunun sonucunda ya çok daha kontrolcü bir iktidar grubu ortaya çıkacak veya aksine asgari zorunluluklar üzerinde “gücü ve yetkisi” bulunan iktidarlar ortaya çıkacaktır.
Av. Haldun Barış
Sonnotlar
* Klar, M. O, “Ve Tahtının Üzerine Bir Ceset Bıraktık” 38 Sâd 34. Âyeti İle İlgili Tarihsel Bir Okuma, https://isamveri.org/pdfdrg/D02237/2009_16/2009_16_ATESA.pdf (Çeviren: Abdurrahman Ateş)
** https://www.youtube.com/watch?v=GRPaV2Aq2GQ
*** Bu metinin tasarım yapılmış, çerçeve yapılacak halini isteyenler bana mail atabilirler. Ayrıca metne şuradan ulaşabilirsiniz: