Geçtiğimiz hafta, 26 Şubat günü, bir seminere katıldım. Liberal gençlik Hareketi’nin (LGH) aylık seminerler dizisinde anayasa hukukçusu, Akşam gazetesi köşe yazarı Prof. Dr. Osman Can’ı dinleme fırsatı buldum. LGH yöneticilerinden Duygu Baştürk’ün yönettiği seminerde Can ciltler dolusu esere sığacak bir perspektifi büyük bir başarıyla özetledi. Can ülkemizin en mühim akademisyenlerinden. Sadece kitaplara gömülmüş değil, alan tecrübesi de var. Uzunca bir süre Anayasa Mahkemesi’nde raportör olarak görev yaptı ve yüksek yargının çalışma biçimini yakından gözlemledi. Avrupa’yı, özellikle Almanya’yı iyi biliyor ve karşılaştırmalı bir bakış geliştirebiliyor.
Can’a göre liberal demokrasinin temel parametrelerini kabul ederek işe başlamamız lazım. Bunlar özgürlük, hukuk önünde eşitlik, özel mülkiyet ve kamusal kararların topluma dayanmasıdır. Türkiye’de temel problem sistemin ana yapısının oluşturulmasında ve işleyişinde toplumun önemli ölçüde devre dışında bırakılması. Bu, hak ve özgürlüklerin ihlâl edilmesi ve toplumun homojenleştirilmek istenmesi sonucunu doğuruyor.
Türkiye’de sistemin çerçevesini teşkil eden anayasa hem yapılış tarzı hem içerik bakımından demokratik meşruiyetten mahrum. Bir taraftan toplum anayasanın yapılmasında devre dışı bırakılmış. Diğer taraftan anayasa demokratik prensiplere uygun olmaktan uzak. Başka bir deyişle, anayasa toplumun iradesinin ürünü de değil toplumun hizmetinde de değil.
Bundan dolayı, siyasî sistem demokratik organlara, özellikle parlamentoya dar bir alan bırakacak, kalan geniş alanı devlet alanı olarak tayin edecek şekilde tasarlanmış. Devlet alanında asıl iktidara parlamento ve ondan zuhur eden hükümet değil bürokrasi sahip. Demokratik meşruiyete sahip organlar kendilerine çizilen sınırı aşmaya kalkınca problemler doğuyor. Devlet alanı demokratik alana darbeye kadar uzanan reaksiyonlar gösteriyor. Son on yılda demokratik alan kendisine çizilen sınırı aşarak devlet alanını işgal etmeye, etkilemeye başladı. Bütün krizlerin kaynağı bu. Yaşanmakta olan son kriz de bu çerçevede okunabilir.
Meşruiyetini halktan almayan kurumlar kolaylıkla başka noktalara kayabiliyor. Oysa, demokrasinin ilkeleri belli. Kararlar onlardan etkilenenlere en yakın seviyede, bütün bireylerin eşit siyasal katılımıyla alınmalı. Bu iki şey gerektiriyor: Adem-i merkeziyetçilik ve her kamusal organa toplumun dokunması. Bu ilişki koparsa, yani toplum temel kurum ve kararlara dokunamazsa demokratik meşruiyet ortadan kalkar. Demokratik ilişkiler içine sokulamayan devlet kurumları mutlaka başka ilişkiler içine girerler.
İnsanların temel ihtiyaçlarından biri güvenlik. Güvenliği sağlama işini toplum devlete vermiş. Devlete ihtiyaç var. Ancak, öbür taraftan, devletin hak ve özgürlükleri ihlâl edecek kadar güçlü olmasının da engellenmesi gerekiyor. Demokratik meşruiyete sahip olan devletin elbette birey haklarını koruyacak şekilde sınırlanması lâzım. Bunu kim yapacak? Her kurumun üstüne onu denetlemek için başka bir kurum yerleştirerek yola devam edemeyiz. Başvuracağımız yol güç temerküzünü önlemek ve hukukun hâkimiyetidir. Hukukun üstünlüğü bir bağıl değerdir, yani kendi başına bir değer değildir, başka değerleri koruduğu için kıymet taşımaktadır.
Osmanlı’dan beridir adem-i merkeziyetçilik ilkesi de demokratik ilişkiler zinciri de yeterli seviyede geliştirilemedi. Osmanlı’da başlayan toplumu homojenleştirme gayretleri cumhuriyet döneminde iyice yoğunlaştı, ama çok şükür yeterince başarılı olamadı. Toplum hâlâ çoğul.
Devlet kurumlarının meşruiyeti için toplumun onlara mutlaka dokunması lâzım. Buna yargı dâhil. Yargının meşruiyet kaynağı toplumdur. Toplum ona dokunamadığı için yargının önemli bir demokratik meşruiyet eksikliği var. Yargı kendisi kural oluşturamaz, toplumun oluşturduğu kuralları uygular. Ancak, ülkemizde yargı bu sınırı kolayca aşabiliyor. Meselâ, Anayasa Mahkemesi’nin tarihi sistemin devlet alanı olarak belirlediği alanı demokratik alan aleyhine tahkim etmenin tarihidir. Yargının diğer alanlarında, örneğin idarî yargıda da benzer bir durum söz konusu. Yargı demokratik iktidarları sık sık hukuk denetimi yerine yerindelik denetimine tâbi tutuyor. Yani yargı hem yasamadan hem yürütmeden rol çalıyor.
Yeni anayasa yapma çalışmalarının başarısızlığa uğramasında şaşırtıcı bir taraf yok, çünkü yeni için önce mevcut paradigmayı reddetmek lâzımken işe hâkim paradigmayla başlandı. Yapılmak istenen, eskiyi yeni adı ve görünümü altında daha geniş kesimlere mal etmekti. HSYK’nın yeni yapısı eskisinden iyi olmakla beraber ideal olmaktan uzak. Toplumun eli ona dokunmuyor. HSYK’da meslek mensuplarının bir şekilde devreye girmesi sağlandı ama demokratik temsil organı Meclisin hâlâ bir etkisi yok. HSYK toplumdaki tüm eğilimleri yansıtan çoğulcu bir yapıya sahip olmalı.
Osman Can’ın görüşlerini bilhassa bugünlerde dikkate almakta çok fayda var.
Bu yazı Yeni Şafak Gazetesi‘nde yayınlanmıştır.