Bir çizgi film vardı. Çocukların süper kahramanı He-man, ‘güç bende’ narasıyla düşmanlarını yok ederdi.
Sahi, Türkiye’de güç kimde? Demokratik siyaset, açık toplum ve piyasa ekonomisinin egemen olduğu bir ülkede acaba ‘güç kimdedir’?
İktidar partisi büyük kongresini yaptı. Kongrenin temel sloganı ‘güç’ üzerine kurulmuştu; ‘Büyük Millet, Büyük Güç’. Bu formülasyonda gücün kimde olduğunu es geçmiş, ama hem Türkiye’nin hem de AK Parti’nin ‘büyük güç’ olduğundan pek kimsenin kuşkusu yok.
Türkiye ekonomisiyle, nüfusuyla, insan kaynaklarının niteliğiyle, sivil toplumuyla belki de tarihinde hiç bu kadar ‘güçlü’ olmamıştı. AK Parti iktidarı bu gücün üzerine oturuyor. Hem Türkiye’nin gücüne güç katıyor, hem de bu gücü partinin yedeğine alarak hakim pozisyonunu daha da perçinliyor. Öylesine muhteşem bir formülasyon var ki AK Parti için tam bir ‘kazan-kazan’ durumu; Sivil Türkiye büyüyor, güçleniyor; bu, AK Parti için de aynı etkiyi yaratıyor. Türkiye’nin devinimi AK Parti’yi sürekli yeniden üretiyor. Bu mekanizmalar AK Parti’yi neredeyse ‘yenilmez’ yapıyor.
Şunu açıkça ifade etmek lazım; Türkiye’de gelmiş geçmiş hiçbir hükümet AK Parti hükümeti kadar güçlü olmamıştı. Güçlü olmamıştı, çünkü hiçbiri AK Parti kadar ‘büyük kaynakları yeniden dağıtma’ imkanına sahip değildi. Türkiye’nin gücünü büyüten, yöneten ve de kullanan AK Parti sadece mevcut rakiplerinden değil bütün geçmiş hükümetlerden de güçlü. Başbakan’ın dün adını andığı liderlerden ne Atatürk, ne Menderes, ne Özal böylesine ‘güçlü’ bir ülkenin tepesinde değillerdi. Daha yakın dönemde Özal’ın elinde bu büyüklükte bir ekonomi yoktu. Memleketin yıllık ihracat geliri 140 milyar dolar civarında. Bu rakam ihracat atılımlarının yapıldığı, Türkiye’nin dışa açıldığı, dünyayla bütünleştiği Özal’lı yılların sonunda 12 milyar dolardı sadece. Devletin vergi gelirleri de harcamaları da Özal dönemiyle kıyaslayınca bugün on kat fazla. Dolayısıyla devletin gücü de…
Tarihte hiçbir iktidar AK Parti kadar ‘kaynak’ sahibi olmamıştı ve bu kaynakları ‘yeniden dağıtıcı’ güce sahip değildi. İşte tam bu bağlamda ‘kritik’ bir noktadayız; bu güç devletin toplumu bağımlılaştırması, denetlemesi ve etkisizleştirmesi için mi kullanılacak, yoksa toplumu devletten özgürleştirmesi için mi? ‘Güçlü devlet’ toplumu mu boğacak, yoksa gücün kaynağı olan toplum devleti mi dizginleyecek?
Bu sorunun cevabını siyasal tercihler belirleyecek. Toplumun tercihi belli; sivilleşmeden yana. Bürokrasiyi, elitizmi temsil eden, toplumu ezen vesayetçi devleti boşuna tasfiye etmedi. Vesayet rejimi geride kaldı. Halkın seçtiği, halka hesap vermek zorunda olan siyasetçiler artık devlete hakimler. Hükümet yol, su, elektrik işlerine bakmak, dokunulmaz bürokrasi de devletin âli çıkarlarını savunmak gibi bir ‘işbölümü’ içinde değil. Bu saçma ayırım artık geçersiz. Devlet-hükümet ikiliği tarih oldu. Seçilmişler hem sorumlu, hem yetkili… O halde memlekette olup bitenler hükümetten sorulacak. Devletle hükümetin birleşmesinden muazzam bir güç ortaya çıktı. Bu güç hukukla, sivil toplumla dengelenmesi gereken bir güç. Çünkü ancak o zaman sivilleşmeyle sonuçlanabilir.
Övündüğümüz kaynaklar ve güç topluma ait. Toplumun kaynakları ile devletin gücü siyasette birleşir. Gidilecek istikamet siyasetin tercihiyle belirlenir. Siyasetin unutmaması gereken gerçek şu; kaynaklar ve güç toplumun.
Gücü sevenler ve kullananlar, onu üreten toplumu özgür bırakmazlarsa ‘güç yumurtlayan tavuk’u kesmiş olurlar. Bu da ‘kaybet-kaybet’ durumudur, herkes kaybeder… Büyük güç özgürleştirici, demokratikleştirici, dönüştürücü de olabilir, sivil alanı devletin yedeğine almaya çalışan, toplumu baskılayan bir araç da…
Sonuçta güç iyi, ‘büyük güç’ daha da iyi diyelim; ama önemli olan bunun kim(ler) tarafından ve nasıl kullanılacağı… Gücün sınırlandırılması, denetlenmesi, kullanımının şeffaflaştırılması şart. Aksi halde güç, sahiplerini bozar.
Zaman, 02.10.2012