Türkiye adına AİHM’ne gönderilen savunmada Hrant Dink’in mahkum olmasına ilişkin Yargıtay kararı savunulmuş. Ve Dink’in sözlerinin ifade özgürlüğüne girmediğini kanıtlamak için de “Nazi örneği” verilmiş.
Tüy diken açıklama ise Dışişleri Sözcüsünden geldi. Biz özür ve utanç beyanı ile bu ayıbın nasıl telafi edileceğini duymayı beklerken, savunmanın “teknik unsurlar temelinde” hazırlandığına ilişkin akla ziyan bir bahane beyanı geldi.
Ben de “teknik” olarak söylüyorum, böyle bir açıklama ahlak dışıdır. Aynı zamanda, hakikati menfaate (“devletin menfaati”ne) kurban ettiğini ifade etmesi bakımından pişkinliktir. “Bunların o dönemde geçerli hukuki tespitler ışığında izah edildiğini” eklemesi bakımından da hukuk bilmezliktir.
Trajik olan ise bunun İttihat Terakki-CHP değil Ak Parti iktidarında yaşanmış olması. Sadece Hrant Dink olsaydı, Ermenilerle ilgili malum önyargılara bağlayabilirdik. Ama hükümet başörtüsü konusunda da aynısını yaptı. İçeride ihlali kaldırmaya çalışırken AİHM’de savundu.
Formül aramaya gerek yok
Hrant Dink’in 301’den aldığı ceza kalkmış kalkmamış benim için artık önemi yok. Bu kararı da, vereni de, onaylayanı da ciddiye almadığımdan değil sadece; Basra harap olduktan, o öldükten sonra kimin umurunda? Ama şunu da iyi biliyorum ki, çok sevdiği vatanı ve vatandaşlarının kanaatleri onun için çok önemliydi ve onun için bu suçlama olağanüstü acı vericiydi. Yaşamasına izin verilmiş olsaydı, Türklüğe hakaret etmediğinin yargı tarafından tescil edilmesinden çok memnun olurdu. AİHM’nden çıkacak karar belli, ama o bunun Avrupa’dan önce kendi ülkesi tarafından tescil edilmesini isterdi.
Dışişleri Bakanı Ahmet Davutoğlu “Savunmayı artık geri çekemeyiz çünkü hukuken o aşama geçmiş. Ama bir formül bulacağız” diyor. Formül aramaya gerek yok, çünkü devletler davanın her aşamasında ihlali kabul edebilirler. Bundan doğan sorumluluğu da. Yapılması gereken sadece budur. Aslolan adalettir. Dava AİHM’de görülüyor diye asaletin asıllığını görmemek ve bunu değer bağımsız bir dış politika hadisesi, devletin çıkarlarıyla ilgili diplomatik bir mesele veya bir münazara gibi algılamak vahim bir hata olur. Yapılması gereken derhal ihlali kabul etmektir.
Hrant Dink Davası tek utanç değil. AİHM’ndeki başörtüsü davasında da hükümet aynı günahı işlemiş ve ihlalin meşru olduğunu savunmuştu.
Hatırlayacaksınız Leyla Şahin, İstanbul Üniversitesi Tıp Fakültesi’nin beşinci yılında başörtüsü yasağı yüzünden okulunu tamamlayamamış ve AİHM’ne başvurmuştu. O olayda da Türkiye Hükümeti, Mahkeme’ye yasağın haklı olduğuna dair görüş bildirmiş adeta Necla Arat veya Nur Serter’in diliyle mağdur edilen kadın öğrenciyi suçlamıştı.
Düşünün, öğrenci tıp fakültesinin beşinci yılında, başörtüsü yasağından dolayı yılsonu sınavlarına giremeyip okuldan atılıyor ve Türkiye mahkemeye şöyle diyor:
“[Leyla Şahin] yıl sonu sınavlarına başörtüsü yasağından dolayı girmeyi reddetti. Böyle önemli bir karar karşısında insana sadece dini bir inanç mı, yoksa bir grup, yani o zamanlar üniversitelerde aktif olan dini fundamentalistler adına mı böyle bir harekette bulunduğunu sormadan edemiyor”.
Yani diyor ki, bu öğrenci beş yıllık öğrenimini yakmayı göze alıyorsa, bunu din ve vicdan özgürlüğünden dolayı yapmış olamaz, olsa olsa fundamentalist olduğundan yapmıştır.
Bu basına yansıyınca Hükümet skandal savunmayı geri çekti ve daha “soft” bir savunma gönderdi. Ama ne ihlali kabul etti, ne de uzlaşmaya yanaştı. Tersine, bu konuda taraflı mahkemenin adaletsiz hüküm vermesi için fırsat ve zaman verdi.
Şahin yanlışı tekrarlanmasın
Ama sadece bu değil. BM Kadına Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Ortadan Kaldırılması Komitesi (CEDAW) 2005 yılında devletten, başörtülü kadınlar için yasağın yol açtığı problemleri gözlemlemesini ve yasak nedeniyle okullarından atılan kız çocuklarının ve kadınların sayısıyla ilgili verileri toplamasını istemişti. Ancak Türkiye bunu yapmadı. Bunun üzerine 2009 yılında Türkiye’ye neden istatistik yapmadığı soruldu. 2010 Ocak ayında devlet, ihlali gizleyen/önemsizleştiren yazılı bir cevap verdi.
Yine Türkiye’nin BM önünde değerlendirildiği 21 Temmuz 2010 tarihli toplantıda ise, başörtülü kadınların herhangi engelleme ile karşılaşıp karşılamadığına ilişkin bir soruya, hükümetin atadığı Kadın Statüsü Genel Müdürü Leyla Coşkun’un verdiği cevap “laik ve demokratik bir ülke olan Türkiye’de genel olarak kadınların giyim kuşamlarına ilişkin bir engelleme olmadığı” yönündeydi.
Türkiye CEDAW üyeliğine de başörtüsü konusunda ayrımsız insan hakları perspektifine gereği gibi sahip olmayan Feride Acar’ı önererek yeniden seçilmesini sağladı.
Özetle, garip bir durum. Belki bir tür reşit olamama durumu. İçeride kendisi de mağdur olurken dışarıda kendisinden bağımsız bir “Devlet” görüşünü savunma hali.
Hükümet hatasını biraz olsun düzeltmek ve Hrant’a borcunu biraz olsun ödemek istiyorsa, Leyla Şahin’deki yanlışı tekrarlamamalı, AİHM’de ihlali derhal kabul etmeli, ama bununla da yetinmemeli, o hep söylenen “ucu nereye kadar giderse”yi götürmeli, Hrant Dink’in gerçek katillerini bulmalı ve ailenin umut kestiği davanın gerçek bir davaya dönüşmesini sağlamak için gereğini yapmalı. Yapmazsa, Hrant’ın vebali boynunda olmaya devam edecek.
Türklere düşen görev
Hrant Dink kadar sevdiğim ve saygı duyduğum Etyen Mahçupyan, “Eğer ‘Türk’ olsaydım, Hrant’ı öldürenlerin taşıdığı kimliği paylaşsaydım bu utancı taşıyamaz ve yazardım… Ama değilim ve bu sorumluluk bana değil, ‘size’ düşüyor…” diyor.
Bu söz hepimizin omzuna ilave bir ahlaki ödev yüklüyor. Gerçekten de şimdi bu konuda en fazla söz Ermenilere değil Türklere düşüyor. Şimdi hepimizin Ermeni olmasının tam zamanı. Ama o gün İstanbul sokaklarında çınlayan bu onurlu sloganın bugün anlamı, sadece duygu paylaşımından veya ortak acıyı dile getirmekten değil, Hrant Dink’in katledilmesine ilişkin olarak Türkiye’de yürümekte olan ve devlet açısından en az zayiatla atlatılmaya, kapatılmaya çalışılan davaya hepimizin fiilen müdahil olmasından geçiyor.
Bu utanç verici olay, Hükümetin kendisi üstüne düşünmesi için fırsat olmalı. Şu soruları günde beş kez sormalı kendisine: Ben öğrenim ve çalışma hakları ellerinden alınan, kamusal alandan kovulan ve ayrımcılığa uğrayan başörtülü kadının, hakaret edilen taciz edilen, tehdit edilen ve en sonunda da katledilen mazlum Ermeni’nin hükümeti miyim, yoksa onlara bütün bu acıları yaşatan zalimlerin mi?
Onlara sözüm şu: Artık bu utangaç köylü çocuğu edasından vazgeçin ve o makamların gerçekten size ait olduğunu bildiğinizi gösterin. Geldiğiniz makamların hakkını verin. Sizi umut olarak görüp oralara taşıyanların hukukunu koruyun. Taç giyen baş akıllanmasın. Vicdanınıza uymayanı size “devlet işi”, “ali menfaatler” gibi etiketler altında kakalamaya çalışan kaşarlanmış ittihatçı bürokratları dinlemeyin. “Teamül” derler, doğru öyledir, ama yıkın onları. Siz isteseniz bile ittihatçı-Kemalist zihniyet ve geleneğin hükümeti olamazsınız. Siz isteseniz onlar sizi istemez. O halde adaletin gereğini yapın, Hrant Dink yaşarken onun hukukunu koruyamadınız, bari şimdi hatırasına sahip çıkın. Zalime karşı mazlumun hakkını koruyun.
Koruyamıyorsanız da söyleyin.
Açık Görüş, Star, 22.08.2010