Başbakan Erdoğan’ın İsmet İnönü için yaptığı “Hitler benzetmesi” tartışılıyor son günlerde. Her ne kadar Baykal’ın demagojisine bir reaksiyon olarak “anlaşılabilir” dursa da, ben de diğer pek çok yorumcu gibi abartılı buldum bu benzetmeyi.
Fakat abartılıysa da tümden temelsiz mi?
Gelin, bir bakalım.
Önce belirteyim ki bu “Hitler yakıştırması” Batı’da da sıkça rastlanan bir polemik unsurudur. Amerikalı Yahudi düşünür Leo Strauss buna şaka yollu bir “eleştirel tanım” bile getirmişti. Bir argümantasyon biçimi olan Latince “reductio ad absurdum” (saçma olana indirgemek) kavramından ilhamla “reductio ad Hitlerum” (Hitler’e indirgemek) diye bir laf üretmişti. Bu, Hitler ile bir başkası arasında sınırlı bir paralellik bulmak, sonra da “aralarında fark yoktur” demekle oluyordu. Ve tabii ki yanlıştı.
Bu tip benzetmeler, başka diktatörler ile Hitler arasında kurulduğu zaman bile yanlıştır. Çünkü Hitler ve onun Nazi rejimi, “sıradan” bir diktatörlükten çok daha ileri bir “kötülük timsali”dir. II. Dünya Savaşı yıllarında Yahudiler’e, Slavlar’a, Çingeneler’e ve özürlülere karşı gerçekleştirdikleri “soykırım”ların tarihte eşi-benzeri yoktur.
Stalin ve Mao gibi câni diktatörler de milyonlarca insanı öldürdü, ama hiçbiri Naziler gibi kadın-çocuk ayırmaksızın tüm bir halkı (özellikle Yahudileri) sistemli biçimde “imha” etmek için gaz odaları inşa edecek kadar ileri gitmedi.
Bu açıdan Hitler’in “eşi-benzeri olmayan bir kitle katili olduğu” kolaylıkla söylenebilir. Bu yüzden de bizim ne “milli” ne de “ebedi” şeflerimizin bu adama benzetilmesi düşünülemez, kabul edilemez.
Ancaaak… Burada püf bir nokta var ki altını kalınca çizmek lazım: Naziler’in ne kadar korkunç bir katliam ve soykırım rejimi kurduğu, ancak 1940’lı yıllarda ortaya çıktı. İmha kampları ve gaz odaları 1941 sonlarında kurulmaya başlandı. Buralarda neler yapıldığı ise ancak 1945 yılında, Alman ordusu çözülüp de bu kamplar Amerikan veya Sovyet birlikleri tarafından kurtarıldığında ifşa oldu.
30’lu yıllarda ise ortada böylesi korkunç bir tablo yoktu. Hitler’in ırkçı ve militarist bir dikta rejimi kurduğu ortadaydı elbette, ama bu herkese o kadar kötü gelmiyordu. Aksine, böylesi “disiplinli” rejimlerin “liberal demokrasi”den daha başarılı olduğunu, “trenleri zamanında kaldırabildiğini” düşünenler de vardı.
Nazi hayranı CHP kodamanları
İşte “Nazi hayranı” olmaya yaklaşan bu adamların bazıları da bizim Tek Parti rejiminin kodamanlarıydı. Aralarından en kudretlisi olan CHP genel sekreteri Recep Peker, bugün aynı partinin hala bayrağını süsleyen Altı Ok’u formüle etti.
Bir diğer Nazi sempatizanı CHP büyüğü olan Mahmut Esat Bozkurt da “Atatürk İhtilali” adlı 1940 basımı kitabında inciler döktürdü. “Gerek nasyonal sosyalizmin (Nazizm’in) ve gerek faşizmin, Mustafa Kemal rejiminin az çok değiştirilmiş birer şeklinden başka bir şey olmadıklarını” savundu, açık açık.
Kısacası, Hitler’in 1940’lardaki korkunç suçları değilse de, 1930’lardaki ideolojisi Kemalist ideolojiye gerçekten tesir etmişti.
Bu gerçeği abartmak kadar görmezden gelmek de yanlıştır.
Bir başka yanlış ise bu tatsız işler için sorumlu ararken sürekli olarak “Milli Şef”e yüklenmek, bu arada “Ebedi Şef”e özenle dokunmamaktır.
Biliyorum “Türkiye’nin özel şartları” (yani tabuları) böyle yapmayı dayatıyor. Ama eğer dürüst ve adil olmak istiyorsak, o hikmetinden sual olunmayan Edebi Şef’imizi de sorgulamalıyız.
Bunu yaptığımızda ise “mecburi günah keçisi” haline getirilen İsmet İnönü’nün aslında selefinin bazı aşırılıklarını törpüleyen ve yumuşatan bir adam olduğu sonucuna bile varabiliriz.
Benden not etmesi…
Star, 05.05.2010