Batı’nın DAEŞ’i öne sürerek İslamofobiyi meşrulaştırdığı dönemi, Türkiye merkezinde, irfani gelenekten İslamcılığa uzanan perspektifte ele alan din sosyoloğu Necdet Subaşı: “Arap ve İran geleneklerinin İslam’la buluşma zeminleriyle bu coğrafyadaki yapılanmanın kendine özgülüğünü, istisnailiğini hiçbir politik manipülasyona kurban etmeden konuşmak gerekir.”
Anadolu Müslümanlığı’ DAEŞ Gibi Yapılara Karşı Sigortadır
Dünya siyasetini belirleyen ana unsurlardan biri terör bugün. Terör deyince akla gelen ise İslami söylemle hareket ettiğini savunan DAEŞ. Müslüman dünya açısında durum bu nedenle oldukça sıkıntılı. DAEŞ’in hiçbir eylemini olumlamayan Müslümanlar, dünyanın geri kalanı tarafından bu örgütle aynı kefeye konularak demonize ediliyor. Öte yandan Radikal İslami söylemler tüm dünyada, yoğun olarak genç nesil üzerinde etkili, özellikle Batılı ülkelerde… Bu durumu ortaya konacak saiklerle Batı için anlamak mümkün olabilir. Peki Türkiye gibi Müslüman bir ülkeden DAEŞ’e katılım, coğrafi yakınlık dışında neyle açıklanabilir? Anadolu İslamı ve irfani geleneği, tüm bu süreç içerisinde nasıl bir rol üstlenir? Cihadın bugün hem bizde hem dünyada algılanış biçimi nasıldır? Tüm bunları din sosyoloğu Necdet Subaşı’ya sorduk.
-DAEŞ’in din anlayışını nasıl tanımlıyor ve yorumluyorsunuz?
Yaşadığımız şey tamı tamamına bir şok. Bir sürprizle karşı karşıyayız ancak zehirli bir hediye kıvamında bir armağan bize sunulan. Tuhaf ve baş edilmesi gereken bir fenomen… Tarihsel düzeyde geçmişte benzer gruplarla karşılaşmış olsak da şimdiki yaşadıklarımızın daha kalıcı, daha ölümcül etkileri olacağı kesin. Bildik yorumları ezberlerimizi hatırlayarak ancak yapabiliyoruz. Bu bağlamda Haricileri, Haşhaşileri hatırlamamak tabii ki imkânsız. Ancak karşı karşıya olduğumuz şey yeni bir durumdur. Bu nedenle bazı hazır şablonlardan, kalıp yargılardan uzaklaşarak bu yeni olayı anlamaya gayret etmek zorundayız. DAEŞ, ortaya koyduğu her eylemde, dillendirdiği her söylemde İslam’ın sahici köklerine bağlı olarak hareket ettiğini ispatlamaya çalışıyor. Din anlayışını mevcut dinî bakiyemiz ve kültürel müktesebatımız içinde kabul etmek mümkün değil. Usulleri, söylem ve icraatları dikkatle takip edildiğinde, kendileri için dert edindikleri problem alanlarına odaklanıldığında bunlarla aynı hizada yer almayı meşru kılacak bir referans silsilesi yok gibi. Nevzuhur bir durum bu. İslam dünyasının birikmiş ve topluca içe atılmış bilumum dertlerinin yine bu dertleri yaratanların bilfiil gayretleriyle ortaya saçılan safralarıyla karşı karşıyayız.
Patlama Noktasında Hınç
– Bu tanımdaki en ciddi problem nedir?
Sömürge süreçlerinin ağır tazyiklerine maruz kalmış bir dünyada Müslümanlar tarihsel, toplumsal ve kültürel düzeyde sahip oldukları dinî ve beşeri sermayenin çoğunu kaybettiler. Geçtiğimiz yüzyılın tamamına yayılan radikal modernleşme politika ve atakları Müslümanları bulundukları her yerde maalesef gafil avladı. Dünya savaşları, soğuk savaş stratejileri içinde pek çok Müslüman ciddi bir kimlik gerilimiyle hemhâl oldu. Modernleşmenin ürettiği alt üst oluşlar, İslami geleneğin bugünün dünyasında kendisini açıklamaya ihtiyaç duymayacak bir şekilde takdim edilmesi her geçen gün daha da zorlaştı. Doğu ve Batı arasında sınıfsal, ekonomik ya da entelektüel düzeyde apaçık dışlanmalarla tarihin dışına savrulmaya zorlanan Müslümanlar, kaybettikleri geleneği el yordamıyla yeniden yeniden üretmeye çalışarak bir şekilde mukavemet için müstakil arayışlar içine girdiler. 21. yüzyılın başlarında izlemeye dâhil olduğu bir konjonktürü anlamakta zorlandı ve bu çekingen durum halen aynı şiddette varlığını sürdürmeye devam etmektedir. Nato-Varşova dengesi içinde sağ ve sol İslamlıklara atıfta bulunan ülke gerçeklikleri birbirinden bağımsız çok sayıda yeni dinî söylem alanlarının doğmasına yol açmış oldu. Aşınan ümmet vizyonunu yeniden diriltmeyi önceleyen hareketlerin pek çoğu, içinde yaşadıkları ülkelerin ulusalcı laik iktidarları nezdinde mahkûm edildiler. İslam’ın yeni ve modern bir sunumuna ihtiyaç duyan Müslümanlar, genel toplumla aradaki mesafeyi büyüten çıkışlara savrulurken, aynı şekilde dini daha kararlı ve dinç bir şekilde hayata geri döndürmeyi amaçlayan aktivistler tercihlerini temellendirirken ithal ideolojik manipülasyonlardan bağımsız bir dil kuramadılar. İslam adına konuşma cesareti gösterenlerin çoğu şu ya da bu şekilde infaz edildi, kamusal haklardan mahrum edildi ve itibarlarının sıfırlanması için hemen her araç seferber edildi. Buna yoksulluk, az gelişmişlik, dünya ortalamasının her düzeyde gerisinde kalacak şekilde tasvir edilen bir algı çemberine dâhil olmak da eklenebilir. Sonuçta bir mahrumiyet ve mağduriyet diliyle zorunlu bir şekilde iletişime geçen Müslüman toplumların çoğunda artık bilinçaltında giderek patlama noktasına gelen bir hıncın rasyonel bir şekilde kullanımını önceleyen yeni uluslararası aktörler belirmeye çalıştı. Eşleştirmeler, kavramsallaştırmalar bütünüyle değişti. İslam’ın bilinen cihad düsturu radikalizmle, bütüncül bir hayat tasavvuru Batı’da çoktan kirletilmiş fundamentalizm kavramıyla buluşturuldu.
– Müslümanların DAEŞ ile ideolojik mücadeleye girmesi bir gereklilik mi?
İslam’ın pak ve nezih anlamları üzerinde her zaman olduğu gibi bugün de kararlılıkla durmak gerekmektedir. Bu dikkatin ya da hassasiyetin dönemsel bir mecburiyetinden söz etmek yanlış olur. Aksine bu duyarlılıkların yitimi ortaya böyle şaşırtıcı tabloların çıkmasını kolaylaştırmıştır. İslam dünyasının öteden beri maruz kaldığı gizli ve açık şiddet örüntüleriyle en başta ülke politikalarında hesaplaşmak gerekir. Bugün Afganistan’da Irak’ta ya da Suriye’de kendi hâlinde bir Müslüman’ın mesela son 40-50 yıl içinde yaşadığı süreçler dikkatle takip edildiğinde oralarda yaşayan herkesi sonuçta bir cinnetin eşiğine taşıyan şeylerin neler olduğunu açık yüreklilikle konuşmak gerekir. Ülkelerini yabancıların sultasına teslim etmekte bir beis görmeyenlerin, vatandaşlarının dinî ve kültürel kimliklerine yapılan saldırıları hiç sorun etmeyenlerin, hatta bu müdahalelere elden geldiğince yardımcı olan işbirlikçilerin mevcut durumu değerlendirebilmeleri asla mümkün değildir. Şirazesi bozulmuş bir düzenek içinde kimlik ve değer erozyonunu bilfiil yaşamış Müslümanların kendi haklı tepkilerini ortaya koyarken bile, yaşadıkları acı tecrübelerden sonra bütün bu musibetlerden nasıl halas olabilecekleri konusunda, nasıl bir yol takip edeceklerine ilişkin olarak ne yazık ki önlerinde ciddiyetle takip edebilecekleri hiçbir usul ya da bir yol haritası bulunmamaktadır.
– DAEŞ’in kullandığı argümanlar ve yöntem göz önünde bulundurulduğunda bu çabada izlenebilecek en makul yol hangisidir?
Batı’da öteden beri ustaca çalışmalarla güçlendirilmeye çalışılan İslamofobik eğilimleri haklı çıkaracak şekilde bugün bizim dünyamızda sökün eden tavır ve davranışlar karşısında İslam’ın “sırat-ı müstakim üzere olma” ölçüsünü hatırlamak ve bu minval üzere hayata yeniden adım atmak gerekmektedir.
Tekfiri Meşru Değil
– DAEŞ sivillerin hedefte olduğu El Kaide saldırılarından da farklı olarak tekfir mekanizmasını işletiyor ve Müslümanları da hedef alan saldırılar gerçekleştiriyor. Bunun tarihteki örnekleri nelerdir?
Müslümanların birbirlerini tekfir etmelerinin hiçbir meşruiyeti olamaz. İslam’ın kabul edilmiş ve tanınmış meşru mezheplerinin hiçbirinde ehli kıble olanın tekfir edilmesine fırsat verebilecek bir delil bulunmamaktadır. Tarihin pek çok döneminde olsa olsa marjinal bir eğilim olarak bakıp geçilebilecek bir tavrın bugün hemen her haneyi kuşatacak bir şekilde kendine zemin bulması bir hayli düşündürücüdür. Kendi dışımızdaki unsurlarla ilgili dinî, kültürel, siyasi ve entelektüel tartışmaları, iddia ve itirazları sonuna kadar götürmekte bir sakınca yok. Ama en az onun kadar bir enerjiyle de kendi bünyemizin analizini yapmak gerekir. İnsanın da toplumun da başına pek çok şey gelebilir. Bu millet Haçlı seferlerinde de Moğol saldırılarında da yaşadığı pek çok acının üstesinden gelmeyi başardı. Rejim değişiklikleri, kirli ittifaklar, zulme doymayan yönetici kaprisleri, dini devlet gerekliliklerine âlet eden hanedanlık süreçleri… Müslümanlar tarihte fitne olarak değerlendirdikleri pek çok hikâyeden geçtiler. Mihneye de maruz kaldılar, zulme de işkenceye de. Ancak her durumda daha iyi bir Müslüman, daha nezih bir yaşama düzeni inşa etmenin çabası içinde insanlığa örnek bir nesil yetiştirmede her zaman başarılı oldular. Ahlaki düzeni sadece dar ölçekli insan ilişkilerinde değil hayatın her alanında geçerlilik kazanması gereken bir değere dönüştürdüler. Savaşın da barışın da, inanmanın da inanmamanın da bir ahlaki tutarlılığına ihtiyaç duydular ve bunu her bağlamda koruma azminde oldular. Hangi zaman diliminde yaşıyorlarsa o dilime İslam’ı zorlamadan, tahrif ve tahrip etmeden taşımayı bildiler. Ne İslam’ı ne de kendilerini birbirleriyle eşleşmek adına yormadılar. Büyük müçtehid âlimler, mücedditler ve arifler İslam’ın yeni zamanlara intibakından çok insanların ona zorlanmaksızın uyum sağlayabilecekleri dil akışını ve yorum çeşitliliğini ortaya koydular.
Hak ve Adalet Şiarı
– Bu İslam toplumları açısından nasıl bir ana işaret etmektedir?
Koca bir İslam medeniyetinin dinamizminde belirgin olan tek şey bütün hastalıklı çıkışlara, içeriden ve dışarıdan müdahalelere rağmen ümmetin yorgun düşmesini önleyen bağlılık ve sadakatin her daim var olmasıdır. Maalesef bugün İslam’ın bilinen anlam ve değerlerinin önünü kapatmaya çalışan yeni yetme dinî hareketlerin çoğu hem bizi hem de İslam’ı yormayı öncelemektedir. Dikkatli bir göz bu ameliyenin içindeki şeytaniliği görmekte zorlanmayacaktır. Ama bence burada da dikkat edilmesi gereken asıl nokta bizim bu tür hareketlere nasıl olup da böyle kolayca teşne olabilir bir zaafa düşmüş olmamızdır.
– DAEŞ’in hedefinden biri de Batı. Bu onun hızlı bir zemin kazanmasına sebep oldu. Batılı ülkelerin Ortadoğu politikasındaki tutumları göz önüne alındığında bunun rövanşist bir tavır olduğunu söylemek mümkün. Bu yaklaşıma antitez olabilecek en güçlü söylem nedir?
Müslümanlar için öncelik hak ve adalet olmalıdır. Haksız bir şekilde masum insanların hayatına kast etmeyi İslamilik sayan bir hareketle hemen her celsede tartışmak, yüzleşmek ve hesaplaşmak gerekir. Bir dil olarak da söylem olarak da bir yaşama üslubu olarak da vakit geçirmeden bu söylem akışıyla tartışmak gerekir. Bu bağlamda eğitim sistemlerimiz, insan yetiştirme düzenlerimiz mutlaka gözden geçirilmelidir. Nefsimize ne kadar da zor gelirse gelsin İslam’ın genel geçer insanlık tasavvurundan hiçbir şekilde ödün vermemek gerekir. Ne Batı’ya yaranmak adına bölgesel gerçekliklerle olası bir çatışma ne de burada olup bitenlerin yarattığı korku ve dehşetten korkmak adına olup bitenlerin üzerine sünger çekme. Asla tercih edilmemesi gereken bir şey korkunun teolojiyle buluşturulmasıdır.
– Siz cihadı nasıl tanımlıyorsunuz? Bu kavram son yüzyıllık süreç içerisinde Anadolu topraklarında nasıl tanımlandı? Bugünkü algılanış biçimi hakkında neler söyleyebilirsiniz?
Ben cihadı Kur’an ve sünnette vurgulandığı şekliyle anlıyorum. Bedir’de, Uhud’da, Hayber’de yapılan cihaddı. Mohaç’ta Ridaniye’de, Feth-i Mübin’de ve tabii ki Milli Mücadele’de yapılan cihaddı. Aynı şekilde insanı her türlü cihaddan alıkoyma potansiyeline sahip olan nefisle mücadele de cihaddı. Bütün bunların hepsinde aslolan niyettir ve bir şey Allah’ın rızasını kazanma çabasına sahip değilse burada durmak gerekir. Bununla beraber bir usule, bir delile, bir referans noktasına dâhil olmaksızın Müslümanların ortak maslahatını çiğnemeyi marifet sayan, gerçekte kişisel reflekslerin belirleyici olduğu eylemlere cihad olarak yaklaşmak mümkün değil. Keyfiliğe açık ve içinde sahih bir yöntem, kutsal bir amaç ve her durumda Allah’ın rızasına nail olmak gibi temel beklentileri içermeyen her hareket sonuçta İslam’ın temel prensiplerini yerle bir etme potansiyeli taşımaktadır.
– Türkiye’de, Anadolu’da bu havzada yetişmiş İslam alimleri, Cumhuriyet sonrası Türkiye’sinde özellikle, Türkiye sınırlarını aşan bir İslami vizyon geliştirebildi mi? Bizim topraklarda yetişen İslam düşünürlerine bakınca -Necip Fazıl, Sezai Karakoç- bir Seyyid Kutup’un, bir Ali Şeriati’nin İslam dünyasında yarattığı etkiyi yaratmadığını görüyoruz. Çok içe kapanık, bize dönük kaldı. Katılır mısınız? Neden böyle sizce?
Bunun türlü nedenleri var. Bir kere modern Cumhuriyet dış dünyayla bağlarını geleneksel Osmanlı devlet politiğiyle aynı mecrada sürdürmedi. İslam dünyasına ilişkin iddialarının çoğundan vazgeçti. Ne duygusal ne de somut bir iletişimin doğuşuna destek vermedi. Anlaşılır şeyler bunlar. Öte yandan ulema da aşınan varlığına paralel olarak nüfuzunu kaybetti. Ulusçu söylem akışı Müslümanların ümmet temelinde oluşturduğu geleneksel bütünlük dilini mahkûm etti. Sözünü ettiğiniz düşünürler bütün mesailerini bir sürpriz olarak gördükleri Türk modernleşmesine hasr ettiler. Şaşkınlıklarını üzerlerinden atmaları kolay olmadı. Elmalılı Hamdi Yazır ve Ahmet Naim gibi âlim-mütefekkir kuşağı devamlılık gösteremedi. Din dilinin Türkçeleştirilmesine yönelik tazyik ortaya atılan pek çok görüşün mahalli sınırlar içinde kalmasını kolaylaştırdı.
Nasıl Müslümanlarız
– Radikal İslami söylemler tüm dünyada özellikle genç nesil üzerinde etkili oluyor. Batılı ülkelerden örgüte katılım oranı çok yüksek. Bunu Fransa gibi ülkelerde sömürge geçmişiyle ya da entegrasyon politikalarının zayıflığıyla, Müslümanların Batı toplumlarında yaşadıkları dışlanma ve düşmanlıkla vs. açıklamak mümkün olabilir. Ama Türkiye gibi Müslüman bir ülkeden de DAEŞ’e katılım olduğunu biliyoruz. Savaşın hemen yanı başımızda olması dışında daha derinde bir açıklaması var mı bunun?
Bu durumu kabullenmek zor ama soğukkanlılıkla üzerine gidilmesi gereken bir olguyla karşı karşıyayız. İslam’ın bu coğrafyada sözünü ettiğiniz türden örgütlere destek verebilecek bir dili hiç olmadı. Bunu Türkiye bağlamında rahatlıkla söyleme imkânına sahibiz. O hâlde nasıl oldu da bu bağlamda dile getirilebilecek örneklere rastlanır oldu. Birkaç neden arasında öncelikle modern zamanlara has bireyselleşme süreçlerinin taşıdığı kulvarlardan söz etmek yerinde olacaktır. Din ile cemaat içinde öğrenme yerine bireysel farkındalıklar temelinde temasa geçmenin, en başta pedagojik sonuçlarına eğilmek gerekir. İslam dünyasının aktüel dinî gerçekliğinden beslenen bir öğrenme süreci de sonuçta vahim tabloları karşımıza çıkarmış durumdadır. Kendi havzalarında besleyici, inşa edici dil ve söylemlerin farklı coğrafyalardaki maliyetleri üzerinde pek az konuşuyoruz. Bugün ailesini, akraba-i taallukatını dert edinmeyip aklı fikri dünyanın sorunlu bölgelerinde olan pek çok kişi var. Olayın kriminal boyutları tabii ki var ama öncelikle bu yönelimlerin sosyal-psikolojik evreninin çözümlenmesi gerekmektedir.
-Ahmet Yesevi, Hacı Bektaşi Veli, Mevlana, Yunus, Edebali gibi düşünürlerle mayalanmış irfani gelenek, bu toprakları, bütünleştirici yönüyle bir arada tuttu. Osmanlı’dan bugüne gelinme sürecinde, yaşanan kesintilere rağmen, toplumun zihniyet dünyasının şekillenmesinde bu geleneğin etkisinden söz etmek mümkün mü?
Kuşkusuz bütün bunların çok derin etkileri var. Anadolu’da İslam’ın kök salışı henüz daha yeterli düzeyde araştırmalara konu edilmiş değil. Pagan ve Şaman mirası üzerinde Roma ve Bizans geleneklerinin ürettiği zihinsel kargaşayı bilişsel düzeyde aşmayı başaran yeni bir terkiple karşı karşıyayız. Arap ve İran geleneklerinin İslam’la buluşma zeminleriyle bu coğrafyadaki yapılanmanın kendine özgülüğünü, istisnailiğini hiçbir politik manipülasyona kurban etmeden konuşmak gerekir. Anadolu İslamı şeklinde sık sık farklı beklentileri karşılamak üzere işlevsel düzeyde kullanılan bu kavram sanıldığının aksine oldukça açıklayıcı bir kavram olarak görülebilir. Bu topraklarda İslam’ın kelam, fıkıh ve tasavvufla birlikte meczolunan kaderi bugün etrafımızdaki Müslüman temsilleriyle karşılaştırıldığında bir hayli önem kazanıyor. Maalesef bu mirasın ne kadrini idrak edebiliyoruz ne de geliştirilmesi için gayret sarfediyoruz.
İslamcılık Bir Misyon Hareketidir
– Türkiye’de özellikle 80’lerin sonunda etkili bir söylemi olan İslamcılık ideolojisi nasıl bir dönüşüm yaşadı? Türkiye’deki mevcut tablonun şekillenmesinde nasıl bir rol üstlendi?
İslamcılık bir arayıştan başka bir şey değil. Günümüzde İslamcıları kıyasıya eleştiren ve hızını kesemeyip İslam’ın siyasi tasavvurunu bir kalemde reddetmeyi göze alan çıkışları görebiliyoruz. İslamcılığı bir misyon hareketi olarak görmek en doğrusu. Modernleşmenin acımasız bir şekilde dayatıldığı bir evrende itikadi/dinî formasyonu çöküntüye maruz kalan bir kuşağın kendi içindeki çelişki ve zaafları aşma yönünde ortaya koyduğu bu formülasyonu “biz olsaydık ne yapardık?” sorusuyla buluşturarak tartışmak daha doğru gibi geliyor bana. Eleştirilerin çoğu bu nedenle bana çoklukla ucuz ve fırsatçı olarak görünüyor. Anlamak lazım her şeyden önce. İslamcı söylemi gündelik hayata dahil eden farklı iradelerin toplamda söyledikleri gerçekte neydi? Ve bunun maliyeti bugün ne ölçüde hissediliyor? Bedeli neye tekabül etmektedir? Bugün çareyi geleneksel İslam’a rucü etmekte bulanların bu avdetlerine nasıl bir anlam yükledikleri ciddi bir muamma. Ayrıca İslam’ı Batılıların fundamentalist ya da radikal suçlamalarına maruz kalmaksızın savunmak ve içselleştirmek için nasıl bir yol izlenmelidir? İslamcıların tecrübesini göz ardı eden bir arayış fasit bir retoriğin sınırlarını aşamayacaktır.
Kitaplar Üzerinden Kuşak Tartışması
– Yeni çıkan kitabınızdan Tedavüldeki Kitaplar’dan da söz edelim biraz… Kendi tarihinizi şekillendiren kitaplarla bir muhasebeye giriyorsunuz bu çalışmada. Alt başlığı: ‘Kritik Öyküler’. Okurla nasıl bir ilişki kurmayı hedeflediniz, bu alt başlığı tercihinizin sebebi nedir?
Evet, ben bu çalışmamı çok önemsiyorum. Kendi kuşağımın gelişme evrenini elimize tutuşturulan kitaplar üzerinden tartışmayı denedim. Kendi irademle akademik yaşam içerisinde temasa geçip bizzat ilgilendiğim kitapları değil ama bir kuşağın entelektüel ilgilerini, söz sermayesini, söylem akışlarını etkileyen kitaplar üzerinden ilerleyerek bir kök analizi yapmak istedim. Bir muhasebe mi, evet. Ama kesinlikle gözden çıkarma ya da mahkûm etme değil. Geldiğimiz mecra bellidir, bu süreçte başvurduğumuz metinlerin ortaya çıkardığı tipoloji bugün soğukkanlılıkla ele alınmayı bekleyen bir fenomenene dönüşmek üzeredir. Benim kuşağım siyasette etkindir, ülke yönetiminde iddialı çıkışlara sahiptir. Peki bu kuşak nereden gelip nereye gitmektedir? Benim derdim bu serüveni kırmadan dökmeden, vefasızlık etmeden, atmadan tutmadan konuşmak.
Star Gazetesi, 19.12.2015